Bugün bir şeyin iyice farkına vardım:
Bir şeyi iyi yapmak istiyorsanız ÇOK çalışmanız lazım. Bu ÇOK’u bilerek ve isteyerek büyük harflerle yazıyorum ki düşündüğünüzden çok daha ÇOK çalışmanız gerektiğini anlayabilin. Bahsettiğim ÇOK çalışmak, aynı anda birden fazla şeyi iyi yapmak istiyorsanız erişebileceğiniz bir nokta değil. Bu derece ÇOK çalışmak için elinizde enerjinizi, vaktinizi, paranızı akıtacağınız tek bir şey olması lazım. O kadar ÇOK!
Aylardır ıstırap içindeyim. Her sabah erkenden derslerimi verdikten sonra eve koşuyorum. Romanımla buluşmak için. Okuduğum değil, yazdığım romanımla. Öyle sanatçı ıstırabı da değil benimki. Maymun ıstırabı diyebiliriz belki. Çünkü bir şeyi ÇOK yapmak yerine ÇOK şeyi aynı anda yapmaya çalışıyorum.
Sabahları yoga dersi veriyorum. Öncesinde kendi yogamı yapmışım. Daha saat yedi buçuk olmadan işim bitmiş. Bir kafedeyim. Elimin altında kahvem, çantamda glutensiz krakerlerim. Eh, açım tabii. Yoga aç karna yapıldığı için önceki günden beri bir şey yememişim. Epostalarıma bakarken bir iki kraker atıyorum ağzıma. Krakerler bitince romana başlarım diyorum ama aaa bilgisayarı açınca öğrencilerden epostalar, sorular sormuşlar. Ayarlamam gereken özel dersler, kurslar için tespit etmem gereken tarihler… Alınması gereken uçak biletleri, otel rezervasyonları, yine öğrenci soruları… Para işleri, kredi kartı ödemeleri… Bir saat daha geçmiş.
Onda evde olmam lazım. Bey’le anlaşmamız öyle. Birlikte kahvaltı edeceğiz. Sonra benim yine derslerim var ya da birlikte yapmamız gereken işler ya da Yunanca ödevlerim, temizlik, bulaşık filan. Tek istediğim romanımı yazmak.
Roman yazmak için her gün bir iki saat roman okumak gerek. Araştırma yapmak gerek. Sokakları yürümek, avare zamanlar geçirmek gerek. Düşünmek ve elbette yazmak gerek. Olmuyor! Saat sekiz buçuk oldu. Öğrencilere cevap bile yazamadım daha. Roman için iki saatim var. İnterneti kapatıp başlıyorum yazmaya.
Yetmiyor tabii. Tam kaptırmış giderken, kafenin saati on defa gong çalıyor. Sindrella misali yerimden fırlayıp arabaya atlıyorum.
Kahvaltıda sızlanırken, Bey diyor ki, “Hanum, sen bir yoga hocasısın. Tam zamanlı olarak bu işi yaptığın için de bankada çalışan bir memur kadar vaktin var roman yazmaya. Kendinden niye bu kadar ÇOK şey bekliyorsun? Hayalindeki gibi bir romancı olacaksan, yoga dersi vermeyi bırakman gerek! Sen iyi bir yoga hocasısın.”
Ama ben hayalimdeki gibi bir romancı olmak istiyorum. Baştan savma değil, hayran olduğum romancılar gibi katman katman, ince ince yazmak istiyorum! Ama o çok sevdiğim romanların, Anna Karenina‘nın, Küçük Şeylerin Tanrısı‘nın, Parfüm’ün Dansı‘nın, Benim Adım Kırmızı‘nın yazılması için gereken enerji, zaman ve sabrın miktarını anladığım günden beri ıstırap içindeyim.
Bey haklı:
Öyle iyi romanları ancak tam zamanlı romancılar yazar. Tam zamanlı memurlar ve yoga hocaları değil.
NE? Yani yoga dersi vermeyi bırakacak mıyım?
Kim bilir? Belki tam zamanlı romancı olursam, hobi olarak arada sırada ders veririm!
Sen de ne istediğine bir karar versen artık Defne!
Ama ben hep ne istediğimi çok iyi bildim! Diğer Balık burçdaşlarımı şaşırtan bir kararlılığım vardır benim. Astronot ve sonra tiyatrocu olmaya heveslendiğim çocukluk yıllarımdan sonra, on altı yaşında gazeteci olmaya karar verdim. Politika, magazin, kültür sanat değil de, uzak memleketlerde yaşayan insanların hayatlarını araştırıp yazacağım araştırmacı gazetecilik tam bana göreydi. Nokta dergisini o vakitler çok ciddiye alırdım. Nokta‘da yazacaktım belki de. Ve tabii Cumhuriyet gazetesinde de dizi yazılarım yayımlanacaktı.
Boğaziçi Üniversite’sinde Basın Yayın Yüksekokulu ve gazetecilik bölümleri yoktu. Ama Boğaziçi’ne girmek şarttı. O halde beni hayalime taşıyacak en mümkün bölüm olan sosyolojiye girerdim ben de!
Bu hayale sımsıkı sarılarak 1990 yılının Eylül ayında, 16 yaşındayken çalışma masama testleri yığdım. Gittim dershaneye kayıt oldum. Ortaokuldaki çok sevdiğim matematik öğretmenimin izini sürdüm, telefon ettim. Özel ders günlerimizi ayarlardım. Net ve tek bir hedefim vardı: 63 Türkçe, 70 Sosyal ve 30 Matematik neti. Günleri de saydım: 21 Eylül’den 21 Haziran’a geçen dokuz ayda, haftada bir gün tatil yaparak her gün yüz soru çözersem ortalama 23.000 soru çözmüş olacaktım. Her gün yüz soru çözmek taş çatlasa bir buçuk saat sürüyordu. Böylece ben, okul, dershane, özel ders ödevlerinin üzerine, günde bir buçuk saat ekstra çalışarak birinci tercihime birincilikle girdim.
Sonraki yıllarda Boğaziçi Üniversite’sinin Sosyoloji Bölümü’nde okunacak ne varsa okudum. Seçmeli derslerimi bile başka bölümlerden değil bizim bölümden aldım. Ders programıma bakan sınıf arkadaşlarım “Ooo sen sosyoloji-sosyoloji çift anadal yapıyorsun ha!” derlerdi. Öyle çok sevdim bölümümü yani! Bitmesin diye, zorunlu dersleri eksik aldım, beşinci yıla uzattım. Yine de bitti, yüksek lisansa yazıldım, araştırma görevlisi oldum. Yirminci yüzyılı bitirdik, ben üniversiteyi bitirmedim.
O on yılda, bizim bölümü mühendislik binasından şimdiki o güzel binaya taşıdık. Ben okula başladığımda, çamur deryası bir futbol sahası olan o orta alan çimenlendi, güzelleşti, sere serpe yattığımız bir bahçeye dönüştü. Rektörlük binası bir defa işgal edildi. Pencerelerden aşağı kızıl bayraklar sallandı. Okula ilk defa polis girdi. Hep birden “Polis dışarı!” diye bağırdığımız için bizi kovaladı. Markette örgü simitler satılır oldu, yemekhanenin işletmesini Sodexo satın aldı, BİM’den hepimize, ne yapacağımızı bilemediğimiz, boun.edu.tr kuyruklu ilk eposta adresleri verildi. Deprem oldu. Yine olacak diye bir eylül gecesi hepimiz o orta alanda, uyku tulumlarımızda uyuduk. (O gecenin sabahında, saat onda, ben koca çim sahada tek başıma uyandım! Yağmur başlamış, herkes uyanmış gitmiş, bir ben kalmışım orta yerde! Sıcacık tulumumun içine büzülüp, uyku sersemi, bir süre kuşlara, dallara, gökyüzüne, etrafımdaki uçsuz bucaksız çimenlere bakıp, nerede olduğumu anlamaya çalışmıştım.)
Sosyoloji okumak niyeti ile testleri masama yığdığım günden on üç yıl sonra, ilk yoga hocam Panço bana, “Bu yoga da sosyoloji gibi olmasın, Defne? Çok istiyorum diye başla, sonra bir kalemde silip at?” diye sordu. Ben başımı öne eğdim.
Çünkü bir kalemde silip atmak değildi ki benim on üç yıl sonra yaptığım. (Ama hocama karşı çıkacak da değildim.) Sosyoloji bir basamaktı. O mükemmel bilgi yuvasında ben, diğer pek çok şeyin yanı sıra, ötekini yargılamayı değil, anlamayı nasıl becereceğimi öğrenmiştim. Esas hikâyenin görünende değil, görünmeyende gizli olduğunu, o esas şeyi önemsiz gibi görünen ayrıntılarda bulmanın tekniğini kavramıştım.
Sosyoloji basamağında yükselmemiş olsaydım, yogaya böyle kaptırır mıydım?
Panço’nun sorusu ile bugün arasında geçen dokuz yılda, ben sadece ve sadece yoga çalıştım. Ve ÇOK çalıştım. Bugün kendi öğrencilerimin bile hayal edemeyeceği kadar çok çalıştım. Sabahtan akşama kadar yoga yaptım demiyorum. Okudum, yazdım, hocalarımın verdiği bütün derslere girdim, yoganın tarihini, felsefesini, lisanını, benzeri spritüel akımlara benzerliğini, farklarını çalıştım durdum. Özellikle ilk dört-beş yıl, dikkatimi dağıtacak başka hiçbir konuya kaymadan sadece yoga çalıştım. (Bu yıllarda İngilizce dersi verip, kahve falı bakarak kazandığım azıcık para ile idare ettim. Yoga derslerini hocaların muhasebe işlerini yapmak, stüdyoyu temizlemek, battaniye katlamak gibi hizmetler sunarak bedavaya getirdim. )
İstanbul’dan ayrılmadan hemen önce çok keyifli bir ders verdim: Yoga Tarihi. Bütün öğrencilerimi evime davet ettim. Otuz iki kişi geldi. Yemiş yedik, çay içtik, konuştuk, güldük…Yogayı izleyerek M.Ö 3000 yılından bugüne üç saatte geldik! Müthiş keyifli bir akşamdı! Herkes çok neşeliydi. Herkesin gözleri parlıyordu. Bu sezonun en iyi dersiydi! Saat onda, bana hiç iş bırakmadan evi toplayıp gittiler.
Onlara yoganın 5000 yıllık yolculuğunu anlatırken ve sorularını cevaplarken bu işi ÇOK iyi yaptığımı hissettim. Çünkü bilgi ben çaba göstermeden benden akıyor, net ve açık bir şekilde onların kafalarına giriyordu. Bilginin havada kristalize olmuş halini görmüş gibi oldum. Elmas gibi bir şey bu bilgi. Bulmak için ÇOK çalışmak gerek ve sonra sizden çalınmasın diye de ÇOK gayret etmeniz gerek. (Bu bilgi nasıl çalınır hocam, diyorsanız, daha sonra da o konuda bir yazı yazarım!) Bulduğunuz zaman işlemeniz gerek, öyle on ayrı telden çalarsanız elmas kömüre geri döner.
Yoga öğrenmek istediğimi çok iyi biliyordum. Hayatım boyunca sosyoloji yapmaya devam edeceğim gibi yoga yapmaya da devam edeceğim. Yoga dersi vermeden günlerimi geçireceğim bir hayatı şimdilik düşünemiyorum ama belki sabah kendi yogamı yapıp, sonra bütün gün roman yazdığım bir hayatım olur bir gün.
Bütün hünerler gibi yoga da çalışıldıkça inceliyor, yaşamın ayrıntılarda gizli esrarı nefesin peşinden bir görünür gibi oluyor. Herkes keman çalmanın ve Yunanca öğrenmenin ne kadar ÇOK çalışma gerektirdiğini biliyor. Ama ben dahil çoğu insan romanların, böyle, ne bileyim, egzersiz ile, tekrar ile değil de ani bir ilham patlamasıyla yazıldığını sanıyor. Oysa ki bütün hünerler gibi roman da çalıştıkça incelip incelip esas yüzünü bize göstermeye başlıyor. O güne kadar yaptığımız tek şey kuru tekrar, egzersiz, gramer ezberlemek, gam basmak, çöküp kalmak…. Bunları ÇOK yapmak.
Yoga da sosyoloji gibi hayatımda bir basamak oldu. Neye doğru? Yazarlığa doğru mu? Yoga hakkında yazmak için yazar oldum. Şimdi nereye? Bilmiyorum. Ama bu, ne istediğimi biliyorum, hem de çok iyi biliyorum diyerek başladığım her şey beni, benliğin inceldiği ve âlemin esrarının belki birazcık daha iyi göründüğü bir yere taşıyor.
Çünkü bir şeyi iyi yapmak demek, onun gizli manasını keşfederek yapmak demek. O şeyin gizli manası, hepimizin merak ettiği varlığın manasına götürecek bizi. Tom Robbins’in dediği gibi tek bir işi tutkuyla yapmayı sürdürürseniz, o şeyin anlamında her şeyin anlamını çözersiniz. Bu da ÇOK şeyi aynı anda yaparak değil, bir şeyi ÇOK yaparak gerçekleşecek bir şey. Istırabım, istediğim her şeyi, bu manayı keşfedecek kadar iyi yapmak istememden kaynaklanıyor. Yoga, hocalık, romancılık, keman ve Yunanca… Bir ömür bunların hepsini ÇOK iyi yapmaya yetecek kadar uzun değil.
Ben bunu on altı yaşındayken biliyordum.
Bugün yeniden keşfettim!