Keşke diyebilsem karşısına geçip dostumun, “Öfkeye aldanma ey dost; bu öfke öyle tatlı bir zehirdir ki kanında kaynadıkça seni sen olmaktan çıkarır bir canavara dönüştürür; korkusuzca bir şeyler yaptığını zannedersin, halbuki içindeki en büyük korkulara sığınmışsındır, onlardan gözünü alamaz ve korktuğunun başına gelmemesi için yalvarırken için için, çevreye sataşırsın; çırpınırken öfkenle, görseler istersin içine düştüğün durumu ve bir elverip seni kurtarsınlar bu girdaptan. Aslında yardım çığlığın olan kızgınlığını görüp kaçanlar da olur, elinden geleni yapıp yardıma koşmak isteyenler de” deyip lafa giriversem…
Canım dostum desem sana; bir kahvenin başında şöyle sağsalim kafayla konuşsam: “Bırak öfkeni, korkunu bırak” desem; “Biraz daha derinlere in; en aşağıya, ta içerde görmemek için sakladığın yüreğinin en bulunmaz köşesine atıp hep görmezden geldiğin o en dipteki acına bak” desem. “Acına, acına, acına” diye üstüne basa basa anlatsam. Karşımdaki en zor anlayan kişiymiş gibi altını çize çize göstersem. “Bu senin en naif noktan dost” desem. “Bunu yaşamaktan korktuğun için geliyor tüm olanlar başına” desem; “Senaryoların tekrarlanması da hep bundan” desem; “”Anlayamamamız da bundan, çözemememiz de bundan dost” desem. “Çünkü bakmak istemiyoruz, görmek istemiyoruz, hissetmek istemiyoruz” desem. Anlar mı beni acaba? Onu ne kadar iyi tanıdığımı ve aslında elimi uzatmaktan ne kadar da aciz olduğumu bilir mi ki? Hisseder mi bunu yalnızca kendisinin başarabileceğini ve uzattığım elimin ona yardımı olamayacağını? Bilir mi ki bakmaktan ne kadar korkarsa acısının daha çok artacağını? Öfkesini, kinini beslememeyi seçebilir mi acaba? Yolunu bulabilir mi bu dikenli çıkmazlarda?
“Çabalarken seni gördükçe nasıl içim gidiyor, eridiğine şahit olmak beni ne kadar yoruyor bir bilsen dost” desem. Bir de söz açabilsem asıl anlatmak istediğime: “Bak nasıl kendine geliyorsun gör” desem; “Acın seni olgunlaştırıyor farkında değil misin? Ah!” diyebilsem… Yanlış anlar mı beni, isyan teline basar mıyım gönlündeki? “Bu muydu hayat” dedirtmez miyim ona? “Zormuş; bu kadar da zor olmak zorunda mıymış” derse bir de diye giremiyorum lafa. Ah bir girebilsem, “Acının içinden bambaşka senler çıkacak dost” desem; “Her katman sana bir sen daha katacak, değiştirecek seni, dönüştürecek, daha çok zorlandıkça daha çok dönüşeceksin” desem ve “Bir gün bitecek merak etme” desem ona, “Göreceksin ki bu acıdan eser kalmamış olacak” diyebilsem. “Ben bu ıstırabın içindeyken masal mı anlatıyorsun bana” demez mi? Acının her birimize öğretmekte olduklarını anlatabilsem; kendi acılarımdan söz açsam da masal anlatmadığımı gösterebilsem.
“Bunca uğraş, kaçış, didinme boşa” desem, “Bırak kendini, ağla ağlayabildiğin kadar, boşalt içindeki zehri, at bir zerresi bile kalmayana kadar” diyebilsem. Ve sonra seni anlasınlar diye uğraştıkça aslında kendini hiç anlatamadığını da ekleyebilsem. Anlaşılmaya çabalamanın daha çok anlaşılamama çukuruna bir yol olduğunu gösterebilsem. “Sen anladıkça” desem, “Sen kendi acına sahip çıktıkça, acıdan kaçmak için giydiğin maskeleri bıraktıkça daha çok anlaşılacaksın” desem; “Önce sen kendinle barışmalısın, kendini sevmelisin dostum” desem… Kuru bir laf gibi mi gelir ona, zırvaladığımı mı düşünür acaba? Bırak bu kitap cümlelerini mi der bana, anlatamıyorsun, anlayamıyorum mu der? Ancak yaşadıkça anlayacağım sen bana sımsıkı sarıl mı der ? Düşünüp düşünüp vazgeçiyorum; dilim damağım kuruyor, konuşamıyorum. Yanında oturup acını paylaşmaktan başka bir şey gelmiyor elimden ve biliyorum ki ancak bittiğinde yeniden başlayacaksın o yüzden kızamıyorum da kaçışlarına…
“En iyisi seni senle bırakmak; bittiğinde kaldığımız yerden devam edeceğiz nasıl olsa ve yürekten yüreğe bağlı olanlar asla ayrı değildir can dostum” diyebilsem. Ve göstersem sevgide ayrılığın olmadığını keşke. Yazdıkça anladım ki yapamıyorum ve yapamayacağım da bunları senin kafana sokamayacağım. “Sen bensin; ben oyum; biz biriz ve hepimiz içimizdeki acıyı sende tadıyoruz; bırak bitsin, bırak çekip giden gitsin, ah” diyebilsem…