Dün akşam sinemaya gittik. Teyzemin hararetle tavsiye ettiği Fransız filmi Amerikano’ya değil. Pek güvendiğimiz internet sitesi Çürük Domates’lerin yüz üzerinden doksan puan verdiği Headhunters’a da değil, kimsenin ilgilenmediği, yüzde elli civarı oy alan bir melodrama. Seeking A Friend for The End of The World (Dünyanın son günü için bir arkadaş arıyorum) adlı filme gittik.
Filmin sanatsal bir tarafı olmadığı gibi, isminin de metaforik filan bir anlamı yok. Yalnız bir adam, dünyanın üç hafta sonra gerçekten gelecek olan son günü için bir arkadaş arıyor. Dünyaya bir meteor yaklaşmaktaymış. Saatte kaç kilometre hızla uçuyormuş şimdi hatırlamıyorum ama bir çarptı mı işimiz bitikmiş. İşimiz zaten bitikmiş. Film oradan başlıyor. Artık uçarı kaçarı kalmamış, meteor insan evladının karşısına engel diye çıkardığı son füzeyi de teğet geçmiş, geliyormuş.
Dünya gezegeninin üç haftalık vakti kalmış.
Artık siz görmeyin insanların halini. İşe giden filan yok tabii. Trafik derhal altüst. Bizim yalnız adam bile anında usta bir İstanbul şoförüne dönmüş, arabasını iki teker yolda, iki teker kaldırımda kullanabiliyor. Anarşistler derseniz, sanki bu meteoru bekliyorlarmış gibi dört bir yandan fırlayıp dünyanın bütün büyük kentlerini Atina sokaklarına çevirmişler. Arabalar altüst edilip ateşe verilmiş, evler talan edilmiş, bütün telefonlar, internet kesilmiş. Televizyonlarda, yine maçlar, reklamlar filan var ama ana haber bülteni sadece dünyanın sonuna kaç gün kaldığını bildirmekle yetiniyor.
Ben hassas bir günümde miydim, beyin kimyasallarımda hafif bir oynama mı olmuş nedir bilmiyorum, ayıptır söylemesi, filmi iki gözüm iki çeşme ağlayarak seyrettim. Hayatlarının sonuna gelen ekrandaki insancıkların acıklı hikâyelerine değil de, kendim de dâhil sinema koltuklarında oturan bizlerin daha acıklı hikâyesine ağladım. Hayatlarının yakında biteceğini anlayanlar için hava hoştu. Onlar zaten bildikleri bir şeyi (hepimiz bir gün öleceğiz) hatırlamanın rahatlığıyla yumuşamışlar, sözde ciddiye aldıkları şeyleri bir kenara koymuş, geri kalan günlerinin tadını çıkarmaya dalmışlardı. Bütün kavgalar, savaşlar, hırsla çalışmalar bir anda durmuştu. Plajlara yayılmışlar, yüzüyorlar, yiyor, içiyor, istedikleri insanlarla sevişiyorlardı. Gelecek kaygısı duymadan âşık oluyorlardı.
İnsan evladının, hayatı hakkını vererek yaşaması için illa ki ölümün soluğunu ensesinde hissetmesi mi lazım?
Bırakın üç haftayı, üç yıl sonra hayatımızın biteceğini söyleseler bize, aynı hayatı sürer miyiz? Yoksa hep ertelediğimiz eksik bir şeyleri tamamlamak için ayakkabılarımızı fırlatıp sokağa mı koşarız? Peki tamam, üç yıl sonra hayatımızın biteceğini bize kimse söylemiyor ama üç yıl sonra hayatta kalacağımızı da kimse garantileyemiyor. Kalabiliriz de gidebiliriz de. Bütün bu durumlarda olduğu gibi teknik olarak ihtimal yüzde elli-yüzde elli. (ups, pardon ama öyle.)
İhtimal bu iken, hayatı sonsuz bir uçak yolculuğuna çıkmış gibi keyifsiz ve isteksizce yaşamak, keyifleri, sevgileri ertelemek neden?
Zincirlikuyu mevkiinden her geçişimizde bize hatırlatıldığı üzere, her canlı ölümü tadacaktır. İstanbul trafiğinde terlerken bu yazıyla karşılaşmak günümüze bir damla bile bilgelik katmıyor, biliyorum ama aslında geleceğe dair bildiğimiz (hepimizin, her birimizin) tek şey bu: Öleceğiz. Öleceğim, öleceksin, ölecek. Sen, ben, o, biz, siz, onlar.
Ben çok fal baktım hayatta. Amerika’ya ilk geldiğimde ekmeğimi kahve falından çıkartıyordum, o kadar çok yani. İnsanların geleceklerini bilmek için nasıl yanıp tutuştuklarını bizzat tecrübe ettim. Geleceğe dair en değerli ve tek değişmez bilginin -bir gün öleceğimiz bilgisinin- nasıl hiç kale alınmadığını görecek kadar çok tabak kapattım, fincan açtım. Karşıma oturan mutsuz insanlara dert ettikleri para, aşk, sağlık, iş dörtlüsünün ölümlü dünyada o kadar da önemli olmadığını anlatmaya çalıştım. Yaşamak denen şeyin, yazmak gibi, yoga gibi her zaman, her yerde yapılabileceğini, parasız, işsiz, aşksız ve hatta en zoru da olsa sağlıksız bile mutlu olunabileceğini söyledim insanlara. Ölüm kalım meselesine gözü açılanlar faldan memnun ayrıldılar. Diğerlerini bir daha görmedim.
Bir arkadaşımın kuzeni, genç bekâr bir kadın, fazla parası da yok, almış başını altı ay boyunca dünyayı gezmiş. Bu genç kadın ayrıca bir Türk. Bildiğimiz kırmızı (eski mavi) TC pasaportu ile seyahat ediyor. Dünyanın dörtte üçü hâlâ bizim pasaportlardan vize istemiyor ve dünya bütün kötülüklerine rağmen iyi insanlarla dolu bir yer. O da bu güvenle çıkmış yola. Maceralarını yollarda tuttuğu modern seyir defteri Bir Tur Atıp Geleceğim’den gün be gün okuyabilirsiniz.
Dünyayı gezmeden, görmeden ölmemek gerek bence. Floridalı emekliler gibi paket turların güvenli ağında dünyaya uzaktan bakarak değil, Marco Polo gibi hayatlara dâhil ola ola gezilmeli dünya. Beğendin mi, bir yerde bir süre kalmalı. Dünyayı gezen o kadar çok insan var ki, şimdi şu anda Japonya’da, Bali’de, Macaristan’da, Kenya’da… Nereye giderseniz, yaşamak için yaşayan özgür ruhlu dostlar edineceksiniz. Gençseniz, bir şirkete veya bankaya gireceğinize, gözünüzü seveyim, bir uçağa, trene, otobüse atlayın, dünyaya kanat açın. (Aileniz, sizi vursun diye peşinize erkek kardeşinizi takmıyorsa, bunun da değerini bilin ve bu şansı ziyan etmeyin. Biliyorsunuz, herkes şanslı doğmuyor.)
İnanın dünya sizi bir şirketin, bankanın, büronun edeceğinden çok daha fazla zengin edecektir.
O kadar genç değilseniz ve zaten bir şirkette iseniz; evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, artık çok geç diyorsanız, gözünüzü seveyim, demeyin. Bebeğinizi kolunuzun altına alın, konforu, korkuları bir yana bırakın, uçun. Dünyada bebeği ile gezen ne çok anne var haberiniz var mı? Üstelik vardığınız ülkelerde sizi ağırlayacak, anlayacak çocuklu anneler bulacaksınız.
Ya da çocuklarınızı büyütün ve yola çıkın. Hayaliniz seyahat değil de başka bir şey ise, atlayın ona kanat açın. İnanın çocuklar özgür ve mutlu ana babaları “senin için saçımı süpürge ettim” modeline kat kat tercih ederler.
“Korkuyorum ve alıştım artık” sözlerine şekerle un muamelesi yapın.
Çünkü hayat tatminsiz işlerde harcanamayacak kadar kısa ve değerli bir şey. Biz bir gün öleceğimizi unuttuğumuz için yaşamasını da unutmuşuz. Ancak son kullanılma tarihimiz verildiğinde aklımız başımıza gelecek. Dünkü filmdeki üç haftalık ömrü kalmış insanlar, inanın, biz sinema salonunda oturanlardan daha mutlu, neşeli, sevgi dolu yaşıyorlardı.
Biz Bey ile el ele, ağlıyorduk ağlanacak halimize.
Üç yıl sonra bir meteor çarpacak olsa dünyaya (ki ihtimal yüzde elli-yüzde elli), yine aynı böyle yaşar mıyız hayatı?
İşte esas mesele bu.