O gün, akşamı zor etti. Mesai biter bitmez eve attı kendini. Bütün gün yemek yememiş olmasına rağmen ağzına bir lokma bile koymadan yatağa girdi. Hava kararmıştı. Dışarıda fırtına vardı. Ruhu üşüyordu. Yorganı başından yukarı çekti. Ana rahmindeki gibi kıvrıldı.
Fırtınanın uğultusu bedeninin içine sızmıştı sanki. Her hücresinde hissettiği, ağlamaya davet eden bir uğultuydu bu. Kendinden utanıyordu. Öyle ya, hayatı boyunca hiç kimse onu değil ağlarken, gözünün yaşardığında bile görmemişti.
Ağlamazdı o. Güçlüydü. Sarsılmazdı. Teselli isteyen değil teselli verendi.
Uğultu dineceğine artıyordu. Hayat boyu duyduğu ‘’ağlamanın zayıflık olduğu’’ teranesine inat, oluk oluk yaş akıyordu gözlerinden. Çevresindeki o kadar insana, o kadar eşe dosta, sevgiliye rağmen; hayattan tırnaklarıyla söke söke kopardığı güce, başarıya rağmen; yalnız, hem de yapayalnız hissediyordu işte kendini. Duyguları gözyaşı olup akarken o hâlâ düşünmeye çabalıyordu. Etrafındaki onca insana karşın kendisini bu kadar yalnız hissetmek yeniydi onun için.
Onun insanlarla olan ilişkileri üç gruba ayrılabilirdi: Birinci grupta, sadece düşünce dünyasını paylaştığı, entelektüel sohbetler yaptığı insanlar. İkinci grupta, bazen neşeli, bazen çılgın, bazen öfkeli ama mutlaka kendisi gibi olabildiği bir avuç dostu. Üçüncü grupta ise sevgili ilişkisine girdiği insanlar ki ona göre en çetrefil olan grup da buydu. Çetrefildi, çünkü her seferinde müthiş bir hayal kırıklığı yaşıyordu.
Adının çoktan çapkına çıkmış olması da durumunu bir hayli zorlaştırıyordu. Oysaki o kendini hiç de çapkın olarak değerlendirmezdi. Çiçekten çiçeğe konması, hep o kendini tamamen, sınırsız ve duvarsız açabileceği, karşılığındaysa yine sınırsız bir açıklık bulacağı insana ulaşma çabasından başka bir şey değildi ki…
O geceki dağılmışlığı da yine böyle bir hayal kırıklığının sonucuydu aslında. Tam artık tüm hayal kırıklıklarını kanıksadığını sanırken vurgun yemişti. Hayat boyu kurduğu her türlü ilişki tüm duygularıyla birlikte beynine hücum ediyordu adeta.
Tam da o duygu ve düşünce kargaşasının içinde, yokluğunu çektiği en temel duygunun ”şefkat” olduğunu farketti birden. Fakat bu yeni farkındalık taşıyamayacağı kadar ağır geldi ona. Hiç de kolay değildi hayatı boyunca hiç kimsenin ona şefkat göstermediğini keşfedivermek. Güçlü olmanın -ya da öyle görünmenin- bedeliydi bu. O, hep teselli ve şefkat beklenen olmuştu. Onun da zaman zaman teselliye, bir parça da olsa şefkate gereksinmesi olabileceği kimsenin aklına gelmemişti…
Hayatının hiçbir döneminde böyle küçük, böyle çaresiz, böyle ana sevgisine muhtaç bir çocuk gibi hissetmemişti kendisini. Ağladı, ağladı, ağladı. Nasılsa kimse görmüyordu… Aşka dair bütün umutlarının da tükendiği zifirî karanlık bir geceydi bu. Aklına ’’Yaradan’’a sığınmak geldi… İstemesini bilmişti bu sefer ki usul usul hücrelerine yayılan, tüm benliğini saran, hatta teselli eden bir enerjinin varlığını hissetti. Uğultular dinmişti artık…
Zihnindeki bir tek soruyla daldı uykuya: ‘’Dünyevi aşkların tükendiği an mı başlıyordu yoksa ’’Yaradan’’ın aşkı?’’
…
Sabahleyin işe gitmek üzere hazırlanırken her zamankinden farklı bir yüz gördü aynada. Başkalarının farketmediği ama kendisinin çok iyi bildiği o yalnız insan görüntüsü kaybolmuştu. Aslında değişen fazla bir şey yoktu. Öz benliğinin farkında olmaktan başka! Kendisini kaldırmıştı aradan ve ortaya çıkmıştı Yaradan…