Hani pek de düşündüğüm bir şey değildi. Dışarıdan teknikmiş gibi görünen bir aktivite, içine girince beni kendimle yüzleşmeye götürmüştü. Aynen hayattaki her şeyin fark edersek bize aynalık yaptığı gibi…
Bir süredir spor tırmanışa ilgi duyuyordum. E-posta kutuma düşen eğitim haberi, hadi dedirtti bana ve başladım kursa. Kursun ikinci günü yapay duvardaydık. Renk renk şeker görünümlü tutamak ve basamaklar çözülmeyi bekleyen sayısız problem sunuyordu tırmanışçıya.
Hepimiz tek tek duvara tırmanacaktık. Hayata bağımızsa sadece üstten sarkan, bir ucu eğitmene bir ucu tırmanışçıya bağlı ipti. Teoride her şey çok güvenliydi.
Önceden bir kez denemiş olmanın verdiği kıdemden olsa gerek, “Hadi” dedi hoca…
Ben, “Ama burası negatif!” diye itiraz edecek oldum. Eğimli duvar için kullanılan tabir bu. Düz duvara göre daha zor tırmanış demek.
“Ne olmuş öyleyse?” dedi hoca, “yaparsın, merak etme.”
Eh, peki. Deneyeyim bari çıkabildiğim yere kadar, diye mırıldandım. Sınırlar, sınırlar, sınırlar. Yargılar, yargılar, yargılar…
“En yukarı kadar tırmanacaksın” dedi hoca.
Sekiz metre demek istiyor diye tercüme etti zihnim.
“Yapabilirsin” diye ekledi.
Hadi canım, daha ilk seferde mi! diye yargıladı zihnim.
Evet çekirge-hoca ilişkimiz başlamıştı.
Teker teker tutamaklardan tutup basamaklara basarak ilerliyordum. Kafam hep o negatifteydi. Orayı nasıl geçerdim ki? Yapamam…
Bocalıyordum ve içimdeki yapabilirsin sesini bile susturmuştum. Onun yerine hocanın sesi geldi aşağıdan; “Yapabilirsin!” Hocamla birdik o an. Ellerim tekrar denedi, ayaklarım basamakları aradı. Terden sırılsıklamdım ve gittikçe yükseliyordum. Alttaki mesafe arttıkça dünyayla da bağım kesiliyordu sanki. Boşluktaydım. Yere güvenle basmaya alışık bacaklarım titremeye başladı. Elimle bile durduramıyordum bacaklarımın titremesini.
Derken rehberim tekrar bağırdı aşağıdan: “İpe otur dinlen!”
İpe oturmak ipin ucunda boşlukta sallanmak demek. Yavaşça bıraktım kendimi boşluğa ve kollarıma toplanan kanı dağıttım. Daha iyi hissediyordum. Aşağı baktım rehberim oradaydı tüm desteği ile. Her şeyi ben yapıyordum, o da yol göstericim ve destekçimdi.
Devam, dedim kendime. Bir iki hamle sonra artık o meşhur negatifdeydim. Bu engeli aşmam için farklı bir stil denemeliydim. Duvar bana değil ben duvara uyum sağlamalıydım. Negatife direnmek beni çok yoracaktı. Onun yerine rehberimin de yol göstericiliği ile bir yan geçiş yaptım. Tahminimden daha rahat bir şekilde aşmıştım bu engeli. Gereken sadece farklı bir bakış açısıydı.
Zirve artık ulaşılır bir hedefti, güvenim yerine gelmişti. Nitekim birkaç hamle sonra oradaydım. Ekip aşağıdan alkışlıyordu. Sevinçle bağırdım aşağıya: “Sendeyim!” İnmeye hazırım demekti bu.
Ve aşağıdan cevap geldi: “Bendesin!”
Süzülür gibi iple aşağı indim. Mutluydum.
İpi çözerken rehberim yol göstericiliğine devam etti:
“Arkadaşlar tırmanış bir yarış değildir. Zirveye ulaşmanız benim için önemli değil. Tırmanmanın zevkini çıkarın, keyif alın.”
Keyif almak mı? Duvarda terden sırılsıklamken aklıma en son gelen şey bu olurdu herhalde. O an beni şaşırtan bu öğüt sonradan da sık sık aklıma geldi. Fark ettim ki gelen mesaj aslında bir hayat düsturuydu.
Tüm engelleriyle, tüm oyunları ile yaşa bu hayatı ve tadını çıkarmak için, zevk almak için, keyif alarak yap her zaman yaptıklarını ya da yapacaklarını.