Buna bir son vermeyi seçiyorum.  Duymuyorlar beni. Buna son veriyorum. Duyulmayı seçiyorum. Duyulmama oyunundan duyulma oyununa geçiyorum.

Var olan her şeyi duymayı, beni duyabilecek kadar açık yürekli olanlarla olmayı seçiyorum.

Gözlerimi gökyüzüne dikmiş bunları sayıklıyorken bir öbek beyaz kuş geçiyor kanat çırparak. Bembeyazlar hem de, nasıl da güzeller.

Kanatlarıyla adımlıyorlar, kanatlıyorlar gökyüzünü.

İkinci tur uçuşlarında ,pamuk bir yüzde iki alaca göz gibi, iki tane de alaca kuş katılmış aralarına.

Sanki hepsi beyaz, hepsi alacaymış gibi, hepsi sözleşmiş gibi birliği ve bütünlüğü yansıtıyorlar. Gökyüzünde onlara bahşedilmiş yaşamın keyfini çıkarıyorlar.

Sanmayın ki birinin keyfi bir diğerinden az.
Hepsinde aynı coşku, hepsinde aynı
haz.

İmreniyorum kuşlara, birbirlerini duymayan hissetmeyen insanlık için hayıflanıyorum.

Benim ağacım boş bugün. Kuşlarım henüz gelmemiş.

Yaradan’ın hakkı üçtür, benim hakkıma düşen üç kuşum gelmemiş bu sabah. Kuşu an kendini hazırla, kuşlarımın ikisi geldi. Onlar duyuyorlar beni, şükürler olsun ki duyuyorlar. Avaz avaz bağırmam gerekmiyor. Düşünmem yetiyor ve hemen karşılığını verip penceremin önündeki çam ağacında alıyorlar yerlerini. Birinin ağzında yem gibi bir şey var. Henüz ötmediler. Aç kuş ötmez elbette.

Çam ağacım da çok güzel, diriliğiyle diriltiyor beni her baktığımda. Kokusunu harmanladığı havayı penceremden içeri sunup derin derin, nefes nefes akıtıp içime şifalandırıyor beni. Ona her baktığımda masmavi gökyüzüne asılmış, doğal ve yemyeşil bir aksesuar görüyorum. Penceremin önünü süslediği ve beni şifalandırdığı gibi, doğayı da bütün varlığı ile süsleyip şifalandırıyor.

Yerden göğe uzanıp, toprak ana ile gök babayı birbirine bağlıyor.

Kuşlarım ötmeye başladı. Ağacıma gelip ötmeye başladıklarında ben de onlara sesli öpücükler gönderiyorum. Ben onları duyuyorum ve hissediyorum onlar da beni. Ben onlara karşılık veriyorum onlar da bana. Evrensel bir dil var aramızda, sözcüklerden öte hislerden oluşan, kendi doğallığında su gibi akıveren bir dil.

Yürek dili, özün dili…

Ve Farid Farjad konuşturuyor kemanını, lap topumdan çıkmış da salonumda bana keman dinletisi sunuyormuş gibi canlı ve her zamanki gibi derinden etkiliyor beni bu gerçek müzisyen. Ağlatıyor, inletiyor kemanını ve özüme kadar ulaştırıyor muhteşem müziğini.

Mest ediyor.

Ruhumu besliyor.

Müzikle yıkıyor içimi.

Kanımda keman ve piyano sesleri dolaşıyor, kanıma karışıyor.

Bütün hücrelerime dokunup titretiyor müzik.

On sekiz bin alemin kapılarını zorluyor içimde.

Her bir nota başka bir alemin anahtarı.

En kuytu ve en karanlık olandan en nurlu ve en aydınlık olana kadar tek tek bütün kapıları zorluyor notalar. Bir aşağı bir yukarı salınıp duruyorlar iç alemlerimde. Duyurmaya çalışıyorlar seslerini, duyan kapıyı açıyor. Siyahtan beyaza bütün benlerim tutunup notasına müzikle akıyor. Notalar kanat oluyor benlerime, kuşlar gibi, kuşlarım gibi öbek öbek, siyah, beyaz, alaca, renk renk, göğ(s)ümdeki mavi karanlıklarda nota nota, kanat kanat adımlıyorlar, süzülüyorlar içimde .

Kanatlıyorlar alemi.

Kanatmıyor içimi müzik. Arş-ı ala’ya kanatlandırıyor..

Alaca kuşlar gibi karışıyorum kuş öbeğine. Süzülüyorum gökyüzünün göbeğine..

İnsanlar hiç duyamazlar artık beni. Kendilerini bile duymuyorlar ki beni nasıl duysunlar..

Duyduk duymadık demeyin, kuşlarım duyuyorlar beni..

Kuşlarım uyuyorlar bana, ben uyuyorum onlara..

Ve alabildiğine ötüyorlar şimdi..

Ve alabildiğine coşuyor keman..

Ve alabildiğine güzel bir an..

Ben ve tüm var olan..

Sonsuz ve lamekan..

Share This