Yağmurlu bir gün, yıl 2020, Covid kapanmaları dönemi. Aylarım çocuklarımı (o zamanlar biri iki, diğeri bir yaşındaydı) aynı parka götürerek, aynı kütüğün üzerinde kale oyunu oynayarak, aynı küçük ve çamurlu çimlik alanda koşturarak geçmişken bir gün aniden aklıma bir fikir geldi: Petshop’lar açıktı değil mi? Gerçek hayvanlar görebilirdik! Güzel bir gezinti yapabilirdik! Bir ginepig görme ihtimali başımı döndürmüştü. Yarım saat sonra kasabanın dışında yer alan, büyüleyici bir talaş ve hamster dışkısı kokusuna sahip hayvan dükkânındaydık. Ama hayvanlar neredeydi? “Hepsi gitti” dedi görevli. “Covid’den dolayı.” Yıkılmıştım. Çocukları dükkânın içinde oradan oraya sürükleyerek ilginç bir şeyler aradım. Ve işte aradığım şey oradaydı. Yem bölümünde. Mağazada kalan tek yaratık: Bir kâse solucan. “Bakın!” diye seslendim. “Şuna bakın! Kuyruğunu oynatıyor. Şu bebek solucana bakın, kâseden düşüyor…” Şaşkın çocuklarıma baktım ve kendi sesimdeki çaresizliği duydum. Duyduğum anda barajları koyuverdim. Dükkânın ortasından kontrol edilemez bir şekilde ağlamaya başlamıştım.
Ağladım ve ağladım. Sadece gezintimiz fiyaskoyla sonuçlandığı için değil; aynı zamanda da solucanlarla karşılaşmam anneliğe dair bütün o can sıkıntısını, yalnızlığı ve yerle bir olan beklentileri mükemmelen yansıttığı için. Ben büyüleyici bir anne olmayı, elimi attığım her şeyi eğlenceye çevirmeyi ve en önemlisi -yıllarca çocuk istemiş olduğumdan- mutlu bir anne olmayı bekliyordum.
Buna karşın çoğu zaman mutlu değildim ve bu beni kahrediyordu. Son derece yalnızdım. Yaşadığım şehirde ailem ve arkadaşlarımdan uzaktaydım. Eşimin işte geçirdiği sekiz-dokuz saat benim için rüzgârın uçurduğu şişme oyun alanlarının, norovirüsle motive edilmiş, Gece Bahçesi’nin şarkıları eşliğinde yumuşak oyuncaklarla oynanan oyunların bir kombinasyonuydu. Daima ben ve bebekler bir aradaydık. Pür neşeyle dolu anlar da oluyordu, evet. Bir keresinde markette kızımı öylesine büyük sevgiyle öpücüklere boğmuştum ki birisi “Gidip kendinize oda tutun” diye espri yapmıştı -ama neşe-can sıkıntısı oranı hoş değildi.
En kötüsü de hissettiğim suçluluktu. Daha fazla keyif alıyor olmam gerekmez mi? İçimdeki eleştirmen zaten daima habis küçük bir madamdı ve konu annelik olduğunda hiç acıması yoktu: “Bazı kadınlar anne olmak için doğmamıştır ve sen onlardan birisin. Zavallı çocuklar… Senin gibi bir anneleri var.” Ben de hüsranımla savaşıyor, o uzun, yalnız günlerden keyif almak için canımı dişime takıyordum; ama yine de şu soru hep kafamı kurcalıyordu: Annelik gerçekten de böyle mi olmalı? Avcı-toplayıcılara göre hayır.
Koca bir köy gerekli
Tarih öncesinden bir anneyi zaman makinesine koyup 21. yüzyıl Chicago’su ya da Paris’ine bırakırsanız modern ebeveynlikte gördüğü bir şey onu şoke eder. Onu bebek arabaları, sterilizasyon ekipmanları ve iPad’lerde çizgi film izleyen bebeklerden de fazla şoka sokacak olan şey çoğu Batılı annenin, sokaklarda tek başına bebek arabası iten o anne ordusunun, Google’da çılgıncasına “Bebeğin meme emmesini nasıl sağlarım?” araması yapan, her gün çocuklarıyla yalnız saatler geçiren o annelerin, hayatındaki destek yoksunluğu olur.
Annelik yüz binlerce yıl boyunca, şimdikinden çok farklı tecrübe edilmiş, şimdiki gibi annelerin büyük oranda tek başına yaptıkları bir şey olmamıştır. Antropolog Sarah Blaffer Hrdy evrimsel yolculuğumuzda bayağı bir -1.8 milyon yıl öncesine kadar- geriye gidecek olursak, insansı atalarımızın kolektif ebeveynliği benimsediğini, bebeğin bir yetişkinin kolundan diğerine geçtiğini göreceğimizi ileri sürer. Çocuk yetiştirme yavaş yavaş büyükanneler, teyze/hala, amca/dayı, kardeşler ve arkadaşlardan oluşan bir ağa yayılır. Bu kişilere “alloebeveynler” denir (“allo”, “diğer” kelimesinden türetilmiştir).
Hrdy şöyle yazar: “Alloebeveynler olmasaydı insan türü diye bir şey olmayacaktı.” Neden? Çünkü bir bebeğe bağımsızlığını kazanana dek bakmak çok büyük bir iştir. İnsan bebeklerinin olgunlaşması inanılmaz fazla zaman alır. Doğar doğmaz yürüyemez, yıllarca kendi kendilerini koruyamazlar. Çocuk yetiştirmek, onları beslemek, taşımak, ihtiyaçlarını karşılamak çok fazla enerji gerektirir. Sürekli tetikte olmanız gerekir. En azından ilk birkaç yıl… Bu sebeple annelerin evrimsel açıdan başarılı olmaları -çocuklarını yetişkinliğe ulaştırırken bir yandan da başka çocuklar yapabilmeleri- için çokça yardıma ihtiyacı vardır.
Hrdy’nin teorisini destekleyen, yani çocuk ölüm oranlarının yüksek olduğu yerlerde (tarih öncesinde olduğu gibi)
alloebeveynlerin çocukların hayatta kalması için vazgeçilmez olduğunu gösteren, pek çok çalışma bulunur. 2000’de antropolog Paula Ivey, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nin yağmur ormanlarında yaşayan Efé kabilesinde bebeğin bir yaşındayken sahip olduğu alloebeveyn sayısının çocuğun üç yaşında hâlâ hayatta olma olasılığıyla ilişkili olduğunu bulmuştur. Bir başka çalışma 1950-1980 arasında Gambiya’da yaşayan
Mandinka bahçıvanlarında şu olağanüstü durumu ortaya çıkarmıştır: bir çocuğun kendinden büyük kardeşi ve civarda yaşayan büyükannesi varsa o çocuğun beş yaşından önce ölme olasılığı yarıya düşer.
“Bir çocuk büyütmek için bir köy dolusu insan gerekir” sözü insanlık tarihinin büyük kısmında geçerli olmuştur. Dünyadaki geleneksel toplumlarda alloparenting (alloebeveynlik -tüm ebeveynlik) halen insanların çocuk yetiştirmekte başvurduğu bir yöntemdir. Bir Efé bebeği bir haftalık kadar olduğunda ortalama 14 ebeveynin bakımını almıştır. Bu bakımverenlerden bazıları öpücükle besleme, yani tükürüklerini bal ya da başka bir yiyecekle tatlandırıp kendi ağızlarından bebeğinkine geçirmek yoluyla bebekle bağ kurar. Dünyanın birçok yerinde bu bilgi biraz garip karşılanacak olsa da, bu durum alloebeveyn-çocuk ilişkisinin ne kadar yakın olabileceğini gösterir.