Köydeki yeni evimizin yamacındaki tepeye çıktım. Bir kayanın tepesine tünedim, dizlerimi göğsüme çekip köyüme, doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim yuvama bakıyorum derin derin nefes alıp vererek. Çocukluğumu seyrediyorum; çocuk Bade’nin kırgınlıklarını, neşeli anlarını, heveslerini, özlemlerini, kızgınlıklarını, yılgınlıklarını, umutlarını, kaçışlarını, küskünlüklerini ve barışmalarını… Rüzgâr esiyor, içimden yapraklar havalanıyor, tünediğim kayanın aşağısından toprak uçuşuyor. Rüzgâr içimden dışıma, dışarıdan yüreğime çarpıyor. Dört yanım açıklık. Aşağı düzlükte inekler, koyunlar, onların boynuna asılı çan sesleri, köpek havlamaları, çocuk çığırtıları, kuru ot kokusu, başımın üzerinden geçen serçenin fırfır eden kanat çırpışı, ağaç dallarının sallanışıyla dillenen yapraklar… Şu anki halimle, şu anki köyüme bakarken geçmişe de yollanıyorum. Bir ayağım burada biri oraya gidiyor, çocukluğuma.
Bana kızacak kimse yok artık bu köyde, azar işitecek yaşta da değilim sanırım. Ya da azar işitecek yaramazlıkları bıraktım-eh, tamamını değil kabul.-
Ellerim, yüzüm kırmızıya boyanmış ve dikenlerle talanmış dağlarda kızamık yemekten, çoraplarım kuru otlarla kaplanmış, arkası yamalı kırmızı naylon ayakkabım bir yerinden daha delinmiş kayaların taşların arasında koşturmaktan, yanaklarım güneş yanağı. Dağlar kızı Bade idim o zamanlar-amca kızım Filiz öyle derdi bana.-
Oluğunda yıkandığım Yenipınar.
Kaya kovuklarını heyecan, hayal gücümdeki imgelerle doldurarak merakla, korkuyla keşfettiğim dağlar.
Dallarına tırmanıp bacaklarımı, kollarımı çizip yaraladığım kanattığım ağaçlar.
Böğürtlen dikenleriyle yara bere içinde kalan incecik iki sopa misali bacaklarım.
Dedemin minik ellerim tutabilsin diye bana göre yaptığı orak. Orağım. Orağım elimde, yanımda iki ihtiyar, ninemle dedem ve biçtiğimiz tarla.
SAYFA-BOLUMU
Azık taşıdığım taşlı yollar, altında ayranlı aş, soğan, bazlama katığımız, buz gibi testi suyu. Dedem illa benim elimden isterdi suyu “Lütfiye güzel ellerinle bir su ver yavrum.” -Lütfiye şehirdeki kızı, isimlerimizi karıştırırdı ara sıra, ama benim hoşuma giderdi, kızıyım dedemin diye, beni çok seviyor diye.- Azığımızın üzerine tarlada öğle sıcağında, ahlat altında kısa öğle uykusu. Merhaba.
Altında kitap okuduğum, insanlardan, kalabalıktan kaçıp kendi içime, doğanın seslerinin içine daldığım dut ağacı. Belki o gelir diye beklediğim Dut ağacı, merhaba.
O yıllarda, köye nadiren araba gelirdi. Ya özleneni getirir ya birini özlemeye götürürdü. Karpaza’nın Kaşı’ndan homurtusuyla belirdi mi bir araba-önce sesi ardından kendisi gelirdi aslında-benim yüreğim heyecandan çırpınır, elim ayağım birbirine karışırdı, benim özlediklerimdir gelen belki de diye. Karpaza’nın Kaşı merhaba.
Elimle yaptığım tezekleri duvar taşlarına yapıştırdığım dış avlu.
Havanın aydınlığı daha yüzünü açmadan, güneşin doğuşuna az kala uyandırılırdım. Bahçe sulama işi benim görevlerim arasındaydı. Bahçenin kenarındaki kuyudan tenekelerle-yine dedem bana göre iki küçük tenekeye odundan kulp yapmıştı tutabileyim diye- su çekip suladığım bahçe merhaba. Ne çok sinirlenirdim beni erkenden uyandırdığı için nineme, yorganın altına başımı gömerdim kalkmamak için, sonra yaşlı nineme kıyamaz bir karış suratla hışımla yataktan fırlar, pijamamı çeker, yorganı döşeği dürer, yüklüğe yerleştirir, dudaklarımı sarkıtarak bahçeye yollanırdım. Hele o bahçedeki kabaklara ne çok söylenirdim “Doymadınız suya” diye. O minik kız merhaba. Çok severdim bahçemizi söylendiğime bakmayın. Sabah giderken yanıma bazlama alır, bahçeyi suladıktan sonra maydanoz, domates, yeşil soğan, biber toplar kuyunun başında yerdim. Her şey ne tatlı gelirdi yorgunluğumun üzerine. Ninemle erik ağacı altında oturur sohbet ederdik, kızgınlığım ve uykum çoktan geçmiş gitmiş olurdu. Yataktan zor kalkan ben, “Şimdi arkadaşımla hangi tepeye gitsek, hangi ağaca tırmansak, ne muzırlıklar yapsak” diye planlamaya başlamış olurdum bile. Ne heves, sevinç, sağlık, canlılık, enerji tüm yokluklara, özlemlere, ayrılıklara rağmen. Merhaba bahçesinde mutlu küçük kız ki yine de mutluydu o kız, küskün, hüzünlü ve yalnız anlarıyla beraber. Artık bizim değilmiş o bahçe; bu sene gittiğimde elimi erik almak için ağacıma uzattığımda annem söyledi. Babam satmış bahçeyi. Elim yanmış gibi geri çektim, arkadaşım erik ağacı bana bir garip baktı, kuyu da kurumuş hem, oradaki küçük kız kayboldu.
SAYFA-BOLUMU
Evimizin önünde, tandırda ateşle oynamayı çok severdim. Akşamları ateş yakar, ninem isten kararmış tencerede yemek yapardı. Ben közlerin üzerinde bazlama ısıtırdım akşam yemeği için. Bazen de bir parça bazlamayı iyice gevretir sofraya götürmeden hoop mideye indirirdim. Kıtır kıtır, odun kokan ekmeğimi. Akşam erken olurdu sanki burada, sabah da erken olurdu, bana hele çok çabuk sabah olmuş gibi gelirdi, bütün bir okul dönemi erken kalk şimdi de üç aylık tatilde daha da erken kalk. Sabahtan akşama dek çalışmaktan, oyun peşinde koşmaktan, kayaların tepesi senin, soğuk su olukları benim gezmekten olsa gerek yemekten sonra hemen uykum gelirdi. O zamanlar gazlı lambamız vardı, elektrik de yoktu. Televizyon da yok haliyle. Gaz lambasının loş ışığında dedem ninem sessizce dişsiz ağızlarıyla yemeklerini yerken, ben, kardeşim ve amca oğulları kikir kikir bulurduk eğlenecek bir şeyler; derken uyku akmaya başlardı her yerimizden. Sabah ve akşam gibi uyku da çok erken gelirdi buralarda. Pire hoplatmaları ve dedemin horultusuyla tatlı uykulara daldığım evim merhaba. O da bizim değilmiş artık…
Dün gece yeni, afili evimizin terasından gökyüzüne baktım uzun uzun. Ben çocukken yıldızlar daha mı yakındı, daha mı büyük ve parlaktı? Hele Samanyolu daha ışılışıldı sanki. Anneme seslendim, yıldızlar eskiden daha parlaktı şimdi uzak ve küçükler, diye. Mevsimden dedi annem. Bilmem ki. Belki de. Ben buralardan uzakta büyürken, onlar küçüldü mü azar azar? Onlardan ırak oldukça çocukken hayranlıkla içlerinde kaybolduğum gecenin misafirleri benden uzaklaştı mı? Mevsimdendir belki…
Dedem ve ninemle yaşadığım eski evimi ziyaret ettim öğle üzeri. Kimseler yoktu. Kapı önüne geldim. Yeşil ahşap kapı, ah o kapı… Annem şehre giderken, arkasından koşup da yetişemeyeyim diye, anacım dağı aşana dek önümde dedemin dev gibi dikilip elimi kolumu tutuşları. Yaygarayı koparıp için için ağladığım dedemden kurtulmaya çalışıp kapının tokmağına erişmek için verdiğim çabalarım, çırpınışlarım, sümüklerim aka aka içimi çeke çeke… Ne büyük gelirdi o kapı, ne geçilmez… Hiç de öyle değilmiş biliyor musunuz. Benim boyumdan biraz uzun ve hatırladığımdan da daha darmış meğer. Evin önüne eski bir sedir atmışlar, uzandım eski evimin yeni sahiplerinin sedirine ve kardeşimle isimlerimizi yazdığımız tahta direkleri izledim. Üzerime hırkamı çekip tatlı ve kısacık bir uykuya daldım doğduğum, büyüdüğüm, eski, yıpranmış ve artık benim olmayan bu evin önünde. Huzurla uyandım, gerindim. Kuşlar ve tavuklar için taştan oyulmuş küçük bir suluk vardı evin önünde eskiden, aradım oradaydı hâlâ; ne güzeldi, hiç değişmemişti sadece suya ihtiyacı vardı. Yanı başımdaki çeşmeden su şişemi doldurup kuşlar için su koydum çanağın içine. Evin etrafını gezmeye koyuldum. İnek sağdığım avlu sessiz. Tahta kapısına kilit vurulmuş. Dış avlu da sessiz. Bir zamanlar köyün delikanlıları eşekleri buraya kapatır, çiftleşmelerini heyecanla beklerlerdi. Bir nevi açık sinema anlayacağınız. İki film birden gibi. Gırtlaklarından çıkardıkları seslerle, heyecanla kabaran bedenleriyle, yanıp tutuşan yüzleri gözleriyle seyre daldıkları, kendilerinden geçtikleri dış avlu. Merhaba. Boşluğunda, suskunluğunda o delikanlıların seslerinin yankısı hâlâ. Onlar eşekleri seyrederken, biz çocuklar da gizlice onları ve tepkilerini seyrederdik; hallerini çok komik bulur, deli gibi eğlenir, gülerdik ağzımızı kapaya kapaya; biri tarafından görülüp kovalanana dek sürerdi eğlencemiz. Eğlenecek ne çok şey bulurduk bu kuru ve fakir köyde. Köyümüz yuvamızdı, şikayet etmeyecek, kin gütmeyecek, az önceki kavgayı unutup neşeyle oyunlar oynayacak, yaşamı olduğu gibi yaşayacak ve aldığımız yaralara yapışıp kalmayacak kadar çocuktuk. Ne güzel, ne uzak ve yoksun ve yoksulduk ama ne hoştuk. Merhaba.
SAYFA-BOLUMU
Geçmiş geçti mi yani şimdi, kül olup gitti mi? Herkes en azından bir kez olsun çocukluğunun geçtiği evi ziyaret edip geçmişe gider mi? Ben gittim. Bu gözler o küçük kızın izini sürüyordu, kokusunu takip ediyor, hislerini dinliyordu sanki kendisi başka biriymiş gibi. Dışarıdan izlerken kendini ve hatıralarını ne garip oluyorsun be arkadaş. O zamanlar acılı yaşadığın anlar nasıl da tatlı bir hüzünle akıyor dimağından. Hoş bir olgunluk yemişi sunuluyor sanki sana ve biraz da inanamıyorsun bu kadar zaman geçtiğine. Göz açıp kapama süresi geçen zaman o kadar bile değil belki; yoksa göz açıp kapama süresi yaşam mı ne dersiniz? Geçmişmiş, kim demiş, hem nereye geçmiş? Geçmiş şimdi ve burada işte benimle. Tüm bedenimde, zihnimde. Her şey burada benimle. Sadece yaşananı izleyen ki yaşayan da kendisi, bir hal var üzerimde. Evet, kabul, şimdi buradayken, geçmişte yaşananlara kulak vermek, bahçemizdeki o erik ağacı gibi. Ah benim değilmiş, ve o kadar da benim aslında bu ağaç. Üstelik o kadar da büyük ve korkutucu değilmiş işte bu kapı ve o kadar da ürkütücüymüş aslında. Her şey hem öyle hem böyle imiş, hem yaşanmış ve geçmiş hem yaşanmamış masalmış. Hem de hiiiç geçmemiş…
Geçmişim nereye geçmiş ki, kim demiş geçmiş geçmişte kalır diye?
Köklerini toprakta bırakıp, ben artık başka yere gideceğim arkadaş diyen bir ağaç dalı duydunuz mu hiç? Hem bağlantıda, hem ondan, hem onunla, hem ondan beslenen, ondan uzayan, uzaklaşsa da bağını taze tutan, bağ kurursa kuruyan… Köklerine ne kadar taze, canlı, temiz hava yollarsa o kadar güçlenen, ona da yapışıp kalmayan, köküne doğru değil kökünden yoluna doğru uzayan onunla bağlantıda kalan dallar gibiyiz…