– Saçlarını hiç kestirme e mi Adelim? -Geçen ayki yazımda tanıştığınız, hani bahçe sulamak için sabah erkenden beni uyandırıyor diye sinirlendiğim lakin yorulmasına gönlümün hiç ama hiç elvermediği ninem beni “Adelim gaydelim” diye severdi.-
– Olur.
Hasta yatıyordu soluk çarşaflar içinde. Hastanedeki odasının kapısını aralayıp onu birkaç dakika seyrettim sessizce; uyuyordu. Gözlerini açtı ve “Geldin mi Adelim?” deyip gülümsedi ve ekledi: “Kaç yıl oldu?”
Önceki yazımda okullar tatile girdiğinde yazı köyde geçirdiğimi anlatmıştım hatırlıyor musunuz? İşte köye her gelişimizde, heyecanla arabadan atlar, eve koşardım. O yeşil kapıyı usulca açar, tandır evinin eşiğinde dikilir, sessizce onu seyrederdim birkaç dakika; özlemin bittiği o tatlı kavuşmayı, sevecenliği yudumlardım, artık gayet iyi bildiğim eylemlerini izlerken. Ninemi kâh tandır başında otururken, kâh isli tenceresinde yemek yaparken, kâh bazlama pişirirken bulurdum. Başını kaldırıp beni gördüğünde, heyecanla beklediğim o ana kavuşuverirdim. Sevmek ve sevilmenin doruklarına ulaştığım o an, kırışık ve hüzünlü yüzü, adeta tüm evrenin ışımasıyla aydınlanır, yeşil gözleri parlar ve ihtiyar dudaklarından çocuksu bir neşeyle dökülen şu kelimeler eşliğinde alınımı öpüverirdi: “Geldin mi Badem?”
Saçlarımı sıvazlıyor, ara sıra parmakları alnıma değiyor, parmak uçlarındaki yarıklar alnımı talıyor. Ellerine bakıyorum. Biçimsiz. Henüz tamamlanmamış heykeller gibi biçimsiz. Cana durmuş biçimsizliğinin kıymetli bir kokusu var.
Bu gün tekrar ellerini anımsıyorum. Ağlıyorum. O gün hastanede elleri beni bıraktığında ağlamamıştım oysa; tüm kederime rağmen ağlayamamıştım. İki yaralı, nasırlı el; tırnakları biçimsiz, kırık, yıpranmış. İki güzel köy kadını eli. Yaşlanmış, ala lekelerle sıvanmış, yorgun, huzurlu. Ne yapacaklarını her zaman çok iyi bilen bu eller, birkaç gün önce ziyaretine geldiğimde nasıl da tedirgindi. Ne yapacaklarını bilmez bir halde, ona hayli yabancı bu şehrin, donuk hastane odasında. Çırpınan, çırpındıkça içime işleyen iki kuş kondu o gün yüreğime, elleri cansızca iki yanına düştüğünde. Ağlamadım. Saç tellerime takılan avuç ayalarındaki yaralar, içime akan süt-tezek-ot-soğan kokusu o kuşlarla havalandı ve asılı kaldı bedenimin boşluğunda. Bir hastane odasında çekilmişti can ellerinden. Çekilmişti nefesi avuçlarından. Elleri, o çek sevdiğim elleri, safi kupkuru kemik kalıvermişti sanki.
SAYFA-BOLUMU
– Köye gidelim.
Gidemedik, ninem hastaneden çıkıp köyüne, evine varamadı.
Hastane odasının soğuk, soluk ışıkları altında, demir yataklı, grimsi maviye boyanmış kapı ve pencereleri olan odada küçücük kalmıştı. Beyaz bir iç entari, altında beyaz üzerine soluk pembe çiçekli paçalı don, başında ince beyaz bir tülbent. Yüzü küçücük kalmıştı tüm bu beyazlar içinde. Saçlarının dipleri beyaz, kınalı saçlarının kınası beyaza batmış. Bedeni ufalmış, zayıflamış…
Çocukken entarisinin eteğinden tutar ona bakardım. Yüzümü yukarı çevirirdim iyice. Heybetli, boylu posluydu ninem. Gözleri cevval, ateş ateş, elleri güçlü, teni beyaz, saçları hep kınalı ve iki belik. Bana mı kocaman gelirdi çocukken, şimdi bu kadar nasıl yaşlanmış, ufalmıştı o güzel, beyaz, görkemli kadın?
“Geldim; Adelin geldi canımın içi” dedim ve odaya girdim. Kocaeli’ndeydim hastaneye yatırıldığı haberini aldığımda. Haberi alır almaz, ilk otobüsle Ankara’ya gelmiştim; yüreğim ağzımda. O odaya öyle yabancı, aykırı, uyumsuz görünüyordu ki. Yatağında kederli ve emanet duruyordu. Odadaki diğer hastalar yabancı, yatak yabancı, koku, hava, su yabancıydı ona. Sesler, tavırlar yabancı. Çocukluğumun kocaman kadını, göbek bağımı kesen, ellerine doğduğum ebem, tüm bu yabancılıklar içinde yalnız ve ufacık kalmıştı.
Köyde, kendi evinde, kendi yatağında, etrafında bildiği tanıdığı insanlarla ölümü karşılamak isterdi oysa. Sabah gün ışırken, horoz öttüğünde, baykuşun sesi sessizliğe karıştığında, köpekler havlamaya başladığında bir bardak su vermeliydi ev ahalisinden biri; suyunu içtikten sonra, etrafındaki herkesle helalleşmeliydi. Sonra sessizce, kendi yuvasında vermeliydi son nefesini. Ama hastane odasındaydı işte. Tedirgindi. Biliyordu, ölüm kapıda bekliyordu. Tedirginliği ölümden değil, ölümle burada, toprağından, komşularından, evinden uzakta buluşacağını sezmesindendi. Bunu biliyordum ve gözlerime hüzünle bakarken ebem, hiç bir şey yapamıyordum.
SAYFA-BOLUMU
Ertesi gün ziyaretine gittiğimde doktorlar başındaydı. Kısacık bir an görebildim; beni dışarı çıkardılar hemen. Kalbinin üzerinde soğuk metaller. Çekip çekip bırakıyorlar. Tanımadığı sesler duyuyor: “Bir, iki, üç çek!”
Derisi incelmiş eli elimde, eli yumuşacık, parmak uçlarının nasırları bile incelmiş-sertliğini yitirmiş. O nasırlar candı, yaşadığına delildi, çalışırdı bu eller, nasırlanırdı çalıştıkça. Şimdi… Elleri bırakmış ondan önce yaşamı. Ot yolan, tarla biçen, bahçe sulayan, tezek yapan, inek sağan, torunlarını okşayan, süpüren, öfkelenen, saçına kına yakan, hüzünle gözlerinden akan yaşları silen, yaşayan, çırpınan, sakinleşip kucağına konan, canlı elleri bırakmıştı kalbinden önce onu.
Önceki gün avuçlarım içinde can çekişirken, yaralı efkârlı iki kuş, anlamıştım bunu. Elleri bırakıyordu onu, beni, bizi. Gidişinin nefes gibi yakın olduğunu seziyordum. Başucuna oturmuş uzun uzun seyretmiştim onu. Göz kapaklarına, beyazları iyice çıkmış kınalı seyrek saçlarına, bir ömrün, yaşanmışlığın aktığı yüzüne, dudaklarına-bana sevgiyle seslenen dudaklarına, boynuna, beyaz-buruş buruş- ellerine uzun uzun bakmıştım, nefesini dinlerken. Gözlerini açıp gözlerimle karşılaşınca, eşikte gördüğüm ninemin yüzü yine belirmişti, sadece biraz soluk ve halsizdi. Yumuşakça sordu:
– Korkuyor musun?
“Yok, hiç korkmuyorum canımın içi, hiç korkmuyorum hem de” dediğimde başını tebessümle salladı ve önüne çevirdi. Göz kapakları yavaş yavaş ağırlaştı, kapandı.
Şimdi söyler misiniz bana geçmiş nereye geçmiş, kim demiş geçmiş geçmişte kalır diye? Hani derler ya bırak geçmişle uğraşmayı, çağırma, geçmiş gitmiş artık diye. Hani her şeyin kontrolümüzde olduğunu düşünme durumu var ya. Sen çağırmadan senden bağımsız geliverir geçmişin önüne, aslında hiç geçmemiştir, göbek bağın hiç kesilmemiştir. An an yoklar seni ve yoklamasında vardır bir bildiği. Savuşturmak, kaçmak, görmezden gelmek, geçmişi gömmeye çalışmak, en kaliteli mermer mezarlara sokmak… Nafile. Peşini bırakmaz, nasıl bıraksın o da senden, seninle. Geçmiş, geçmişini-köklerini-yaşananları onurlandırana dek, gerçekten samimiyetle tam kalbinden geçilene dek hiç geçmeyecek. Geçmiş geliverdiğinde onu karşılama tavrımıza göre ya iki eliyle boğazımızı yapışıp nefesimizi kesecek, bizi karanlık gölgelere gark edecek ya da yaşamla işlenmiş, nasırlı, merhametli, naif ellerle saçımızı okşayıp, sırtımızı sıvazlayıp destekleyecek ve bizi tebessümle yolcu edecek. Geçmiş hiç geçmeyecek. Şimdi, burada, her an iç içe sokulurken, geçmişinizle olan samimiyetiniz şu anki haliniz ve yaşamınızla olan samimiyetinizi etkileyecek.