“Cehaletimizin göstergesi, kadere, şanssızlığa, talihsizliğe olan inancımız ölçüsündedir.”
GERÇEK insanı özgürleştirir. Çünkü gerçekleri görmek ve kabul etmek, bize onları değiştirme gücünü de verir. Kabul bu gücü içinde barındırır. Ama insanların çoğu gerçeklere inanmamayı tercih ediyor. Gerçeklerle yüzleşme cesaretini göstermek yerine, gerçekleri göz göre göre inkâr ederek özgürlüğünü de feda etmeyi seçiyor. Zaten korku dolu insanlar için özgürlüğün bir değeri yoktur ki. Onlar güvence peşindedir, özgürlük değil.
Çocukluğundan itibaren hiç özgürlüğü tatmamış, otoriteye boyun eğmeyi öğrenmiş bir insan özgürlüğün tadını ve özgürlüğün sağladığı haklarını nasıl kullanacağını da bilemez elbette… Özgürlükten kaçışın birçok nedeni olsa da burada iki temel neden üzerinde duracağız.
1. Bilinmeyenden korkmak: Çünkü gerçeklerle yüzleşmek rahatlık alanımızın dışına çıkmayı gerektiriyor. Gerçeklerden korkuyoruz çünkü değişimden korkuyoruz. Çünkü bilinmeyenden korkuyoruz. Bildiğimiz alışık olduğumuz düzen bize ne kadar acı verirse versin tanıdık geliyor. Bu tanıdıklık duygusu taaa çocukluk dönemimize uzanıyor. Örneğin; çocukluğumuzda annemize ve bize şiddet uygulayan despot bir babanın terörü altında yaşamışsak, despot bir erkeğin kadına şiddet uygulaması bizim için “tanıdık” oluyor. Maruz kaldığımız şiddet, sözel, duygusal, fiziksel ve/ veya cinsel boyutta olabilir. Ne kadar acı çekersek çekelim, mutsuz olursak olalım, yine de bildiğimiz “tanıdık koşullar” altında yaşamak, bilmediğimiz “yeni koşullara” adapte olma sürecinden daha kolay, daha risksiz, daha güvenli geliyor. Yetişkinlik döneminde kadınsak babaya benzer bir erkeği, erkeksek şiddetimize boyun eğen bir kadını hayatımıza çekip yeni ailemizi oluşturduğumuzda, tanıdık bildik aile ortamını yeniden yaratıyoruz; böylece garip bir şekilde “güvencede” oluyoruz. İngilizcede tanıdık (familiar) sözcüğü aile (family) kelimesinden geliyor. Bu bağlantı ilginç değil mi? Bu nedenle terk edemiyoruz bizi tüketen ilişkileri, bize zarar veren ortamları, bizi sömüren insanları… Çünkü onlar “aileden”, onlar “tanıdık”.
SAYFA-BOLUMU
Hitler’in şu sözü ne yazık ki bir gerçeği ifade ediyor: “Bir toplumun aile yapısını bilirseniz, o toplumu istediğiniz gibi yönetebilirsiniz.”
Bir ülkenin yönetim sistemi, o ülkenin aile yapısına benzerlik gösterdiği ölçüde başarılı olur. Bu nedenle “Her ülke layık olduğu biçimde yönetilir” sözü çok doğru. Bunu görmek için değişik yönetim biçimlerine sahip ülkelerin halklarının aile yapılarına bakmak yeterlidir. Örneğin; demokrasinin az sayıda da olsa var olduğu ülkelerde, aileyi oluşturan bireyler arasındaki ilişkiler de demokrattır. Bu ailelerde eşlerin ve çocukların her biri bireydir ve birey olarak saygı görür. Aile adına alınan kararlarda fikrini özgürce paylaşır. Bu ailelerde erkeğin cinsiyetinden kaynaklanan üstünlüğü yoktur.
Genelde babanın sözünün geçtiği, kadının ve çocukların babanın gazabından korktuğu aile yapısının yaygın olduğu baskıcı, muhafazakâr ataerkil toplumlarda, liderliğe soyunan kişi temel aile yapısının dinamiğini uyguladığı ölçüde başarılı olur. Lider halkı adına kararlar alan tek yetkili kişi ise, kendilerini yönetecek, güvenlerini sağlayacak, ne yapmaları gerektiğini onlara söyleyecek ebeveyn arayan itaatkâr “çocuklar” hiç sorgulamadan otoriter liderin peşinden gider.
Bir ülkede, bir toplumda var olan demokrasinin ölçüsü, doğrudan kadının o toplumdaki yeri, özgürlüğü ve eşitliği ile bağlantılıdır. Bir toplumda kadın ne kadar özgürse toplum o kadar özgürdür. Kadının özgür olmadığı toplumlarda gerçekte erkekler de özgür değildir. Bu toplumlar şekilde ne kadar modern görünürse görünsün, yönetim biçiminin şekilde adı ne olursa olsun, aslında efendiye, güce, otoriteye biat ve itaat eden köleci toplumlardır. Köleci toplumların üyelerinin çoğunluğu birey olamamış kişilerden oluşur.
SAYFA-BOLUMU
2. Sorumluluk almaktan korkmak: Çünkü özgürlük daima özsorumlulukla birlikte gelir. Özsorumluluk, BİREY olamamış KİŞİlerin köşe bucak kaçtığı bir kavramdır. Çünkü özsorumluluğun olduğu yerde suçlamaya ve mazerete (bahaneye) yer yoktur. Kendi hatalarımız, şanssızlıklarımız, talihsizliklerimiz için suçlayacak kimse yoksa bahane de yoksa hoşumuza gitmeyen gerçeklerle yüzleşebilmek cesaret gerektiriyor. Bu nedenlerden dolayı kendi sorumluluğunu üstlenmek istemeyen kişi gerçekle yüzleşmek yerine gerçeği inkârı seçer. Gerçeği inkâr, ona güvende olduğu yanılsamasını (illüzyon) sağlar.
İnsan doğduğunda otomatikman “kişi” oluyor ama “birey” olmak zihinsel, duygusal ve ruhsal olgunluğu gerektiriyor. Birey olamamış kişi takvim yaşı kaç olursa olsun duygusal ve zihinsel gelişim açısından çocuk kalıyor. Çocuk, sorumluluk sevmez. Ona bakacak, onu koruyup kollayacak, ona despotça da olsa ebeveynlik yapacak, onu düşünme ve karar verme sorumluluğundan kurtaracak, ne yapması gerektiğini ona söyleyecek bir lidere özgürlüğünü teslim etmeye gönüllüdür. Çoğunlukla bu kişilerin ekonomik özgürlüğü de yoktur.
Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisinde güvenlik ihtiyacı gelişim ihtiyacından önce geliyor. Gelişim özgürlük içinde olur. Gelişimin değil güvenin, güvencenin öncelikli ihtiyaç olduğu toplumlarda kişiler bu güvenin bedelini farkında bile olmadan özgürlüklerinden feragat ederek öderler. Ama bu güven duygusu içlerindeki huzursuzluğu ve endişeyi asla ortadan kaldıramaz. Çünkü bu yapay güven duygusu korku temellidir; sevgi değil.
Korku ayrıştırır. Sevgi birleştirir.
Sevginin birleştirici gücü ile hoşça olun.