Not: Bu yazı 13 Kasım 2014 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.

Bir mimar olsaydı, tasarımını koşarak yapardı. Eskizlerini koşarak geliştirir, bilgisayarda çalışırken verdiği aralarda koşar, ploterden çıktıyı almaya koşarak giderdi. Bir romancı olsaydı, zihnine düşen hikâyeyi koşarak sürdürürdü. Temayı işleyecek biçimde olayları ilerletirken, kahramanlarını canlandırırken koşardı. Unutmamak için durup not eder ve koşmaya devam ederdi.

Ama olmaz ki! Bir mimar, romancı olamazdı; çiftçi, marangoz, kasiyer de olamazdı. Bir taşıyıcı o; adı Bingo. İşini koşarak yapan bir adam. Veya bir çocuk, 15 yaşında. Nairobi’nin en hızlı koşan taşıyıcısı olarak biliniyor. Hatta dünyanın en hızlısı olduğuna inanıyor.

Yeraltı dünyasının karanlık sokaklarında kuryelik yapıyor. Kendisine verilen paketleri, bildirilen adresteki kişilere ulaştırıyor. En çok kokain taşıyor. Minik paketler içinde mal. Birçok taşıyıcı var elbette. Uzun süre devam eden pek yok ama. Birçoğunun ömrü uzun olmuyor. Karanlık dünyanın patronları, genellikle, ülkede bulunan “beyaz kafa” müşterilere gönderiyor paketleri. Taşıyıcıların bir işi de “beyaz kafa”ların verdiği parayı patronlara getirmek. Bir patronda toplanan paraları daha büyük bir patrona götürüp koca bir torba malla dönmek ise, en itibarlı ve kazançlı iş.

Amerika’dan gelen, başka ülkelerden gelen insanlarla, şehrin polis şefi, etkili rahibi, lüks otel yöneticisi gibi kişilerle dönüyor çark. Bu Afrika ülkesi çeşitli gruplara, şehir ise birbirinden yoksul mahallelere bölünmüş durumda. Bin bir dertle yaşayıp gidiyor insanlar. Onların bir tarafında yüksek binalar, diğer tarafında yeraltı dünyası var. Ve o ikisi, aralarında başka bir hayat yokmuş gibi kolayca birbirine bağlanabiliyor.

Kendi buyrukları

Bingo, içine düştüğü olaylar sonucunda, yeraltı dünyasındaki patronların üstündeki en büyük patronun bir rahip olduğunu öğreniyor. Ve onun patronların da patronu olan Tanrısı ile birlikte hareket ettiğini düşünüyor.

Günahın çok olduğu yerde din de çok bulunuyor elbette. Kiliseler, vaizler. Ayrıca, artık günlük hayatın dışına itilmiş olsa da, büyükbabası aracılığıyla koca bir kültürden aktarılan sözler ve hikâyeler içinde yaşıyor Bingo.

Yaşadıklarından, vaazlardan ve büyükbabasının anlattığı hikâyelerden faydalanarak belirlediği buyrukları hiç aklından çıkarmıyor. Bunlardan ilki, elbette, koşmak: “Koş. Durma. Eğer durursan hiçbir yere varamazsın.”

On üç buyruğunun hepsine uymaya çalışıyor, ama özellikle beşincisi konusunda hassas: “Senden daha yoksul olanlardan bir şey çalma.”

Dokuzuncu buyruk, oldukça sarsıcı: “Anneni sev. Babanı unut.” Zaten öldürülen annesinin öğüdüdür, koşmak. Ayyaş babasını unutmanın bir yolu, belki.

“Fazladan bir şey taşıma. Ne kadar çok şey taşırsan o kadar yavaş koşarsın” diye belirlediği on birinci buyruk gibi, on üçüncü buyruk da kendi güvenliği için yaşamsal önemde: “Hep yalnız koş.”

Hem yabancı hem tanıdık

James A. Levine’ın yarattığı bu karakter, dünyanın roman okuyan ve kültür-sanatla ilgilenen insanlarına çok yabancı bir ortamda yaşıyor. Örneğin, paraya gereksinim duyduğunu pek düşünmüyor. Gerektiğinde, alıp kaçtığı veya bir şekilde ele geçirdiği yiyeceğini yiyor, o anda bir çözüm geliştirerek otobüs bileti veya bozuk para temin ediyor. Zaten biriktirmek, gelecek için saklamak gibi uygulamalar çok anlamlı değil. Ne para ne de yasal sözleşmeler yeterli bir güvence sağlıyor. Hayat mücadelesini her an sürdürmek, güvenliğini her gün yeniden sağlamak zorunda.

Her okur için en anlaşılır tarafı, Bingo’nun işini yapma biçimi olacaktır. Çünkü “iş yapmak” insanların ortak meselesi. Ne iş yapıldığı veya nasıl yapıldığı konusunda ayrışma olsa da, eylemek ve hayat mücadelesi vermek!

Bingo, işini genellikle koşarak yapıyor. Taşıyıcılık ille de koşmayı gerektirdiğinden değil. Bir yerden bir yere ulaşmak da değil asıl mesele. Milyarlarca insandan biri olarak yaşadığı, büyüklüğünü tahayyül bile edemeyeceği şu koca dünyada, ancak koşarak var olabiliyor. Çevresindekilerle, tanımadığı insanlarla, önceki kuşaklardan aktarılan değerlerle, hatta gelecekle böyle bağlantı kurabiliyor.

Romancı için yazmak, mimar için tasarlamak neyse, Bingo için de koşmak o. Elbette durup dururken koşmuyor. Koşmak, Bingo için bir amaç değil. Ama başka bir amacın aracı da değil. Bir sonuç, bir yaşam biçimi, bir hayat tezahürü. Mağara duvarına resim çizilen zamanlardan beri söylenegelen bir türkü gibi.

Pis kokulu çöp yığınlarının, yozlaşan insanların, satılık bedenlerin, efendilerin, kölelerin arasında geçiyor günleri. İçinde yaşadığı koşullarda ne uyuşturucu kullanmayı ne satmayı sorguluyor, ne de başka bir şeyi. Çünkü başka bir hayat bilmiyor. Ama koşarken, sadece koşarken de değil, koşmayı düşünürken, isterken, hatta koşmaya çalışıp da koşamazken, o koşulları aşan bir duruma ulaşıyor.

KOŞARKEN

Öyle koşarak ve o açılardan bakarak algılamasıydı dünyayı, örneğin, bazı insanların her zaman kazandığını göremezdi. “Kazanmak, koşmaktan çok farklıdır… Koşuyu her zaman bitirmek zorundasınız, kazansanız da kaybetseniz de.”

Aynı şekilde, küçük patronlardan biri olan Wolf’un, gücü aslında itibar, fahişeler veya para için sevmediğini fark edemezdi. “Köle yoksa patronluk yapılamazdı. Wolf’un güç sevgisi, zayıflık korkusundan ileri geliyordu.” Demek ki, ne kadar güce ulaşırsa, insanın içindeki korku da o kadar büyüyordu.

Acele etmenin anlamsızlığını da Bingo, hız yeteneği sayesinde anlayabiliyor. “İnsanların acele etmelerinin nedeni, bir gün öleceğini bilmeleridir.” Yaşamayı sevse ve anlamlı yaşasa, insanlar ölümden bu kadar korkar mıydı?

Bingo’nun Koşusu, gerçekliğe doğru!

Share This