İstenmeyen davranış alışkanlıklarından vazgeçmek, bizi neden bu kadar zorluyor?

Bilinçaltımıza neden bu kadar kolay yenik düşüyoruz?
 
Kafama takılan bu sorular zihnimi zorlarken, bir yandan da bireysel gelişim ile ilgili bir program izliyordum.
Aradığım cevap TV’den geldi!   (Ne garip ‘rastlantı’, değil mi?)
 
”Kararlarımızın %99’unu bilinçaltımızın etkisi ile veriyoruz, bilinçli olarak aldığımız kararlar ise sadece %1!”
 
O anda hatırladım, ben bunu evvelce de duymuştum ve hatta bir kenara not bile almıştım. Hayati kararlarımı, farkında olmadığım bir %99’un etkisi ile veriyor olmak beni şok etmişti çünkü. Ama anlaşılan, bu önemli bilgiyi bir şekilde unutmayı seçmiştim. Bu seçimim %1’in etkisi ile olmuş olamaz, bu karar olsa olsa %99’a yakışır!
 
TV programında uzun uzun bilinçaltının işleyişi, yarar ve zararları anlatıldı. Bilinçaltı için her zaman sadece 2 seçenek olduğu hatırlatıldı:
 
– Benim için yararlı
– Benim için zararlı
 
Örneğin bilinçaltımızın otomatikleştirdiği davranışlar arasında, bizim için hayati önem taşıyan nefes alıp vermek, en yararlı bilinçaltı kalıbı olarak sunuldu.
 
Tüm korkuların temelinde ölüm korkusu yattığı geldi birden aklıma…
Acaba bilinçaltına giden tüm mesajların kökeninde de tek bir ana mesaj yatıyor olabilir mi, diye düşündüm.
 
Bilinçaltı kalıplarımızın büyük bir kısmı çocukluk döneminde kök salıyor, yani aile ile yaşanan dönemde!

Peki biz hangi cümleleri duyarak, hangi aile terbiyesi ile büyüdük, diye düşünmeye başladım…
 
Bilinçaltımız, bu emir kokan terbiye cümlelerini tam olarak nasıl algılıyordu acaba?
 
Bunu bir kaç cümle üzerinde test etmek istedim…
Bir çoğumuz benzeri cümlelerle büyümüşüzdür:
 
* ‘Üzgün olduğunu belli etme, yüzün gülsün, mutluymuşsun gibi davran!’
* ‘Korkak davranma, cesur ol!’
* ‘Kızdığını belli etme ! Soğukkanlı davran, kazanan sen olursun!’
* ‘Sevgini açıkça belli etme ki kıymetin artsın! Kaçan kovalanır!’
* ‘Acı çeksen de bağrına taş bas ve ağlama!’
* ‘İçin kan ağlasa da yüzün gülsün!’
* ‘Gelen misafirden hoşlanmasan da belli etme, ayıp, güleryüzlü ol!’
* Zayıflığını gösterme, ezilirsin ! Her zaman güçlü ol ki, ezilme!’
* Güçlülerin yardıma ihtiyacı yoktur!’
* Erkek evlat er geç karımköylü olur, ana babaya faydası yoktur!’
* Kız evlat hayırlı evlattır, ölene kadar anne babasının her ihtiyacında yanında olur!’

 
Aileden gelen mesajlar bizi toplum hayatına hazırlarken, bizi hep ‘….gibi’ yaşamaya davet etmiş ve bizi tamamen duygularımızı bastırmaya, dışa dönük yaşamaya yönlendirmiş.

Kocaman bir sahte dünya yaratmışız kendimize, hem de hepberaber!
Kızmak yasak, üzülmek yasak, kormak yasak, ağlamak yasak, …
Ve evet, hepsinin de bilinçaltına giden mesajı ortak:
 
* Sevilmek ve kabul görmek için, toplum değerlerine göre yaşamalısın!
* Sen ne hissediyorsan hisset, ama bunu dışarıya yansıtma!
* Önemli olan nasıl olduğun değil, nasıl algılandığın!
* Olduğun gibi görünürsen, sevilmezsin!
* Kabul görmek istiyorsan, maskelerini takmalısın!

 
Bu ana mesajı fark edersek, değişiklik yapmak daha kolay olacak!
 
Dışa dönük yaşadıkça, içimizden ziyade dışımız ile ilgilenmeye başlıyoruz tabi.

Hatta iç dünyamızı yok sayıyoruz, aynen bize öğretildiği gibi.
Üzüntümüzü perdeleyerek, kızgınlıklarımızı bastırarak, korkularımızı maskeleyerek duygularımızı yok sayıyoruz ve zamanla kendimizi sevmemeyi öğreniyoruz.

Değişik saç stilleri, güzellik kremleri, dietler, modayı takip eden kıyafetler, edindiğimiz maskeleri tamamlıyor.
Bilinçaltımız bu konuda doymak bilmiyor!
Tamamen dış görünüşe odaklı yaşamaya başlıyoruz ve kendimizi bedenimizden ibaret zannediyoruz.
Mutluluğu da dışarıda arar oluyoruz elbette.
Partnerimizi bile bu olgu ile seçiyoruz ya da terk ediyoruz.
‘O beni mutlu ediyor ‘ veya ‘Artık beni mutlu edemiyor’ diyoruz…
Mutlu olabilmek için gerekli olan ihtiyaç listesi uzadıkça uzuyor…
İyi bir eş, iyi bir iş, güzel bir ev, araba, tatil, bol para, …

Sevgiyi bile bir alışverişe döküyoruz, sevmek için önce sevilmeyi bekliyoruz!
 
Bu yanılgı, geçmişte bir yerlerde, içimizde bir boşluk oluşturmaya başlıyor ve taktığımız her maske ile boşluk daha da büyüyor.
En temel ihtiyacımız olan sevgiyi elde edebilmek uğruna kendimizden bile vazgeçmeyi göze almışız meğer!

Oysa ihtiyacımız olan tam da tersi!

Kendimizi bulduğumuz ölçüde sevgiye yaklaşıyoruz.

Sevilmek için önce sevebilmeyi öğrenmemiz gerek ve ilk adımı kendimizi severek atmalıyız.

Mutluluğu açığa çıkarabilmek için önce kızgınlıklarımızı açığa çıkarmamız gerekiyor.

Geçmişte bastırdığımız üzüntüleri tek tek tespit edip su yüzüne çıkartmazsak ve zamanında tutulmayan yasları bugün tutmazsak,
o üzüntülerin neden olduğu bilinçaltı kalıpları bizi tetiklemeye devam edecek.

Ancak sağlıklı bir yas döneminden sonra üzüntülerin olumsuz etkilerinden kurtulabiliriz.

Üzüntüyü, kızgınlığı, korkuyu, kırgınlığı red ederek mutlulğa ulaşamayız, her duygu yerinde ağır!

Bu duyguların hepsi bir bütün, biri olmadan diğerini yaşayabilmemiz imkansız.

Ve biz! İçimize dönmeden hayatımızı iyileştiremeyiz, kendi sesimizi duymadan yön değiştiremeyiz.

Hayatla barışmak için önce kendimizle barışmamız gerekiyor.
 
 
 

Share This