gida-intoleransi-ve-omega-3-nedir-i

Fırsat buldukça ben hep tıp alanından okurum. Doğruyu anlayabilmek için oradan, buradan, hiç bıkmadan… Bağımsız araştırmalar kadar yanlı araştırmaları, serbest ve yenilikçi görüşler kadar bağnaz ve değişime kapalı olanları da okumanız gerekir ki doğruyu da aradan süzebilin. Ben buna inanırım. Antik tıbbı, Doğu tıbbını ve modern tıbbı bir arada anlamaya özellikle gayret ettim. Alanım ve konum gıda idi; en çok onları takip ettim. Yeni nesil hastalıklar ve gıda gereksinmeleri üzerine özellikle çok fazla okudum, düşündüm, dinledim ve şahit oldum. Hastalıkların yörüngesine çok kafayı taktım, sıkılmaz iseniz biraz anlatayım.

Temeline indiğiniz on “modern” hastalığın dokuzunda sindirim sistemine çarpıyorsunuz. En sıkıntılı alan kabızlık… Toksinleri atmak üzerine kurulu bir sistemde, olması gereken sürenin üzerinde bekleyen dışkıdaki toksinler emilim yolu ile vücuda geri alınıyor. Sindirim bize sandığımızdan çok daha fazla şey söylüyor. Kendinizde izlemeniz gereken ilk şey de bu atılım süreci bana göre.

İntoleranslar (besin hassasiyetleri)… Binlerce yıldır var mıydı? Varsa da bu kadar sık mıydı? Glüten intoleransı şu ara en popüler olanı… Testlerinin envai çeşidi, daha doğrusu markası çıktı. Medyatik bir popülariteye erişseler de ben bunları tüketiciye yönelik bir ürün olarak görüyorum. Bu testlere yüklenmiş referans değerler ile sizin, bizim bulduğumuz ve tükettiğimiz gıdaların değerleri çoğu zaman birbirini tutmuyor. Bu da ortaya her delinin taş atabileceği kocaman bir kuyu çıkarıyor.

Yeni buğdaya intolerans oluşturmak son derece kolay. On iki bin yıldır hayatımızda var olan ve son yüzyılda üzerinde en çok oynanan buğdayı tekrar tekrar konuşalım. Şu ara sofralara giren buğday, 1940’lardan beri artık başka bir şey. O “başka bir şey”in yayılım grafiği ile çölyak hastalığındaki artış grafiğini yan yana koyduğunuzda aradaki paralellik size bir şeyler anlatıyor. Çölyak, son elli yıl içinde en iyimser ölçümlemelere göre beş kat arttı.

Tabiat ananın binlerce yıla yayılan bir zaman diliminde melezleme yapması ile bir grup bilim insanının laboratuvar ortamında verimi arttırmak için değişim yapması aynı sonuca ulaştırmıyor. Bugün Türkiye’de genetiği ile oynanmamış, insan eli ile hibritlenmemiş buğdayı dikenler ve alarak işleyenler bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Bir miktar Kastamonu Siyez Buğdayı, bir miktar Kars Kavulcası… Ancak iş “pazarlama” kısmına geldiğinde öyle bir ironi var ki nereye baksan karşında eski buğday varmış, her yer eski buğday ile dolu imiş gibi bir hava…

Ben, kendi fikrimce, gıda intoleransı testlerine girmek yerine sofranızı sadeleştirerek yeniden düzenlemenizi, gözden geçirmenizi tavsiye ediyorum. Gardırobunuzu önce tamamen boşaltmanızı, rafları silmenizi ve tertemiz olduğuna kanaat getirdiğiniz elbiseleri yeniden yerleştirmenizi öneririm.

Önce alerjen olabilecek genel suçluları ayırarak iki hafta, sonra tek tek ekleyip birkaç gün gözleyerek yeniden oluşturma… Potansiyel alerjenler bellidir: buğday, süt ve süt ürünleri, kötü olma ihtimali güçlü olan etler, kabuklu deniz ürünleri, balık, yumurta, fıstık, kuruyemişler, soya içerikli mamuller…

Şayet yediğiniz buğday sizde intolerans yaratmıyor ise yok yere bundan bedeninizi yoksun bırakmanız ya da testte çıkan referans değere uyup da aslında size hiçbir kötü etkisi olmayan balığı kesmeniz mikrobiyotanızda arıza yaratacaktır. Sağlıklı bir beden emilim, sindirim, toksin atılımı ve besinden faydalanma süreçlerini kendisi ayarlar. Dışarıdan duyulanlar ya da dayatılanlar ile bu sürece sürekli müdahil olmak bana göre büyük bir hatadır.

Halsizlik, düşüncede bulanıklık, depresyon, kas ve eklem ağrıları, baş ağrısı, deri döküntüleri, mizaç gelgitleri, sinüslerde dolgunluk, asabiyet, konsantrasyon güçlüğü, uykusuzluk, hazımsızlık, kabızlık, reflü, saç dökülmeleri gibi belirtiler sindirim sisteminize uygun glüten içermeyen buğday ürünleri ile karşı karşıya kaldığınızda karşılaşan sorunlardır.

Siz artık hangi ekmek şişiriyor, hangi ekmek size yarıyor biliyorsunuz. Buğdayınız eski, ekmekçiniz güvenilir, mayası gerçek ekşi maya olduğu sürece hiçbir şeyden kolay kolay korkmayın. Bir sonraki eleme sürecine hazırsınız demektir.

 

gida-intoleransi-ve-omega-3-nedir-ii

 

Sağ gösterip sol vuran ürünler var, bunları örnek vermeden anlatmak güç.

Örneğin balık: “Omega 3 kaynağıdır” diye markete gidip konservede ton balığı alıyorsunuz. Bu balık, ayçiçeği yağı içinde geliyor. Ayçiçeği yağının içindeki Omega 6 ise balıktaki Omega 3’ü sıfırlıyor, etkisiz hale getiriyor.

Balık, Omega 3’ü denizden alır; denizde serbestçe gezerken yediği fitoplanktondan… Oysa bugün nereye gitseniz önünüze çiftlik balığı çıkıyor. Deniz balığı diye sattıkları şeylerin yüzde doksanı da deniz içinde etrafı çevrili kafeslerde yetişen balıklar. Bunlar kesinlikle Omega 3’ü alamazlar. Edinemezler. Bu gariban hayvanlar, yetişme süreleri boyunca atalarının asla tüketmemiş olduğu mısır ve soyayı tüketirler. “GDO’lu” etiketini ekleme gereğini dahi duymuyorum, zaten malumunuz… İthal somonların pembe etlerindeki sırrının boya olduğunu dahi biliyoruz. İstediğiniz renkte boyatabilmeniz için kartelası vardır: SalmoFan.

Bu kartelanın bir benzeri, fabrikasyon kümes hayvanlarının yumurtaları için de mevcut. Kabuk rengi şu olsun, çift sarılı olsun, sarısının da tonu bu olsun dediğinizde buna uygun bir ürün alıp bu işi çözebiliyorsunuz. Görünüm hep aldatıcıdır. Arkasına bakın. Beslenmesine bakın, kullanılan yemlere bakın…

Endüstriyel bir yumurta aldığınızda bir Omega 3 deposu değil, araşidonik asit ile dolu yumurta benzeri bir şey alırsınız. İyi etmez, hasta eder. Daha da kötüsü besi çiftliklerinin et ve sütleri için geçerli. Bol bol GDO’lu yem ve antibiyotik tıkıştırılan bu hayvancıkların eti de sütü de toksin ve antibiyotik deposudur. İyi etmez, hasta eder. Üstelik hastalıkların kritik evresinde hayatınızı kurtarabilecek antibiyotikleri de etkisizleştirir.

Omega 3 sanıldığından ve anlatıldığından da önemli… Omega 3’ğü aldığınız kaynaklara dikkat edin. Sentetik değil, doğal yollar ile almanız ve onu etkisiz hale getiren Omega 6’yı işin içinden uzak tutmanız hayati önem taşıyor.

Gerçek olta balıkları, gerçek mera tereyağı, gerçek mera eti, gerçek köy yumurtası, “gerçekten” soğuk sıkılmış zeytinyağı, gerçek süt, keten tohumu ve ceviz başlıca kaynaklar.

Tıbbi çalışma makaleleri sonsuz. Ben sürekli okuyorum, lütfen siz de ne bulursanız okumaktan hiç yorulmayın. Bilmediğiniz alanlarda kandırılmaya açık olduğunuz / olduğumuz doğrudur. Kendimizi kurtaracak olan yine biziz.

Pınar Kaftancıoğlu

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/gida-intoleransi-ve-omega-3-nedir/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/gida-intoleransi-ve-omega-3-nedir/" data-text="Gıda İntoleransı ve Omega 3 Nedir?" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/gida-intoleransi-ve-omega-3-nedir/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This