Bu sene her zamankinden daha çok geziyorum sanki… Daha bir ”hafta sonu bilir” oldum. Ayağımdan terliği çıkardığım anlar oluyor. ”Bu çanta bu ayakkabıya uygun mu acaba?” durumları bile yaşıyorum. İkinci bahar halleri mi yoksa kaçan treni azıcık da olsa yakalama çabası mıdır nedir? Memnunum ben halimden. Onca yılın inzivasında, insanlıktan kaçar hallerimde küçük bir kırılma oluyor. Çok da iyi oluyor.

Birbirinden güzel, canlı ve gerçek insanlar ile tanışıyorum. Durduğumuz yerler, çalıştığımız alanlar, uğraşılarımız çok başka. Soruyorum. Hem de binlerce soru. Anlatıyorlar. Anlamaya çalışıyorum. Kulaklarımla beraber kalbimi de açıyorum. Herkeste kendine has bir güzellik bulmaya çalışıyorum aslında. Saatlerce hiç sıkılmadan sohbet edebildiklerim, sarılıp sarılıp öptüklerim, daha çiftlikten çıkar çıkmaz arkalarından mesaj yazıp ”Gitme, kal.” diyesim oluyor çokça…

Hızlı ve pervasızca sevebiliyorum. Nedenini düşündüğümde karşımdakilerin ”gerçek” insanlar olduklarını, kendilerini sakınmadıklarını, maskelemediklerini fark ediyorum. Karşınızda bu gerçeklik, ”ben buyum” hissiyatı olduğunda yelkenleri suya indirmek -ki zevkle- saniye sürmüyor. Sıcacık kanlarımız ile ısınıp derinlere dalıyoruz. İnsanın gerçek olanı bünyeye çok iyi geliyor. Öğreniyorum. Kimi zaman kahkahalarla gülüyoruz kimi zaman hüngür hüngür ağlıyoruz. Bunlar gülüyor”muş gibi” yapmaktan, üzülüyor”muş gibi” görünmekten bin kere daha yeğ…

İmitasyon bir takıdan sahte bir domatese, maske takmış insanlardan çakma tereyağına… Hissettiğim hep aynı. Her şeyin yalanından nefret ettiğimden eminim mesela. Bana neyin iyi gelip neyin gelmediğini de biliyorum. İyi gelmeyen her şeyi hayatımdan uzak tutuyorum.

”Engin hayat tecrübelerimi” bir süre daha geliştireceğim. Sonra da oturup -becerebilirsem- bir kitap yazacağım. Bu yazın sonuna yetişmez de; önümüzdeki yazın ortası gelmeden bakarsınız gelirim üstesinden. Tam da burada bir ricam var… 2007 – 2008′den beri her hafta bir şeyler karalıyorum ya… İşte bu yazıları biriktiren, dosyalayan oldu ise rica ediyorum bana ulaştırsın. Ben hiç arşiv tutmadım. O yazıları yazmama sebep olan, ilham veren bin tane şey yaşadım; şahit oldum, dinledim oysa… Bir tür kamera arkası gibi aklımdaki… O yazıları önüme koyabilirsem bir zaman sıralaması ile ”o hafta ne oldu da o yazı çıktı”nın hikâyesini oluşturabileceğimi düşünüyorum. Kısa kısa hikâyeler… Pratik, okunabilir, eğlenceli olur sanıyorum. Arkasından ağır olanı da gelebilir; tepkileri ölçeyim isterim önce 🙂

Gıda koruma, saklama tedbirleri ve son kullanım tarihleriyle ilgili şu aralar çokça soru soruluyor. Onları bir kez toplu olarak yazayım istedim.

Bakliyatlara böcek ilacı atmıyoruz. Isıl işlemden de geçirmiyoruz. Haliyle hızlı tüketilmesi gerekiyor. Mesela biz unları, ortalama bir talep hesaplayarak her hafta cumartesi günleri öğütürüz. Öğütülen unun tamamı o hafta gider. Ekmekte, hamur işlerinde kullanılır, size gönderilir, tüketilir. Unlar size geldikten sonra en geç bir ay içinde falan tüketin. Buzdolabında tutun. Mercimeği de öyle, nohudu da pirinci de… Bunlar yaşayan ürünler. Hop diye böcekleniverirler. Zaten öyle de olmalılar. Bakliyat, ”Aman böcek üremesin” diye ilacı boca edebileceğiniz bir ürün değildir. Piyasada bu uygulama yapılıyor mu? Sonuna kadar… Dev firmalar, dev depolar; isim kesin ve net: Böcek ilacı. İnternette biraz araştırma yapın, durumu kendiniz de görün, öğrenin, öğretin.

Meyveler ve sebzeler… Şeftalilerde kurt olur. Olabilir. Bunu önlemenin tek bir yolu vardır: Yine böcek ilacı. Şeftali, çocukların en sevdiği meyvelerden… Ancak ne yazık ki ilaç boca edilme Top 5′inde elma, kiraz, kayısı ve üzüm ile birlikte yer alır. İlaç atılıp atılmadığını anlamak için analize bile gerek yok. Bizim şeftalilerden birini alın. Bir de bir yerlerden başka bir şeftali alın, yiyin, yavaş yavaş yiyin, koklayın. İlacın kokusunu alırsınız. Bizim şeftalilerde koku almazsınız, piyango size çıkarsa kurt görürsünüz. Bu kadar net. Çekirdeğin kenarından bu dönemde özellikle başladı. Arada sırada çıkabiliyor. Yapacak bir şey yok. Denk gelirseniz kesin çıkarın, o küçük kısım dışında kalanı sizindir. Marulda minik sinek, brokolide sümüklü böcek de görebilirsiniz arada bir. Görmelisiniz de… Dert etmeyin, sadece yıkayın.

Ekmekler, hamur işleri, kurabiyeler vs. Listedeki bütün mamul ürünler gibi ruhsat altında yapılır, kontrol altında yapılır, düzenli/anlık denetimlerden geçer, tam zamanlı gıda mühendisi denetiminde üretilir ama gerçektir. İnsan işidir. Ufak tefek az pişti, çok pişti, şekeri az tuzu fazla kaçtı durumları olabilir. Bu mutfaklarda otomasyon yok. Sadece el emeği var. Üretilen her şeyin içeriği dikiminden hasadına kendi malımız. Kullanılan yağ ne ayçiçeği, ne soya, ne mısır, ne margarin ne de saçma sapan pastacılık yağları… Sadece ve sadece kendi tereyağımız. Bir üründe bal kullanılıyorsa ya da içeriğinde pekmez varsa o da sonuna kadar bizim. Kuruyemiş kullanılıyorsa yine bizim. Bu şart. Oradan onu, buradan bunu alıp da ”Ürünümden eminim” diyemezsiniz. Hatalar olur mu arada? Olur. İnsanlık hali. Bayatlamasın diye bilmem ne, iyice kabarsın diye başka bilmem ne, kıtır kıtır olsun diye bilmem ne kullanmak olmaz.

Süt ürünleri, peynir, tereyağı vs. Süt kendi sütümüz. Hayvanlar kendi hayvanımız. Her ne yiyorlarsa bunu eken de biziz, hasat eden de. Ne mısır silajı yerler, ne hazır besi yemleri… Pırıl pırıl Ege otu, yonca, bahar otu yiyorlar. Verdikleri süt kendi mandıramızda sıfır katkı ile işleniyor. Tereyağı oluyor, peynir oluyor, yoğurt oluyor. Peynirde kimyasal maya değil, %100 şirden mayası kullanılıyor. Her şeyin gerçeği yani…

Tereyağı yapıldıktan sonra aynı gün size gönderilir. 15 gün içinde yediniz yediniz 🙂 Eğer tüketemezseniz en az -18′de dondurmak zorundasınız. İşin gerçeği bu. Peynirler belli dönemlerde hazırlanır, tenekelere basılır. Tenekelerden çıkar, kesilir, vakumlanır, gönderilir. Vakumlu halde dayanma süresi maksimum 15 gün. Son tüketim tarihi aylar sonrasına uzanan bir süt ürünü olmaz, olamaz, olmamalı.

Süt akşam sağılır, gece dondurulur, ertesi gün size gönderilir. Geldiği gün kaynatıp iki gün içinde tüketmelisiniz. Eğer yoğurt yaparsanız da yaptığınız o yoğurt dört gün kadar dayanır. Mavi ışıklı falan son model buzdolaplarından birine sahipseniz belki birer gün daha ekleyebiliriniz bu süreye, hepsi o. Süreler neden bu kadar kısa? Sütün içinde antibiyotik, çamaşır sodası vs. olmadığı için kısa.

Her şey değişir: dinamikler, şartlar, inandıklarınız, hayalleriniz… Kurallar değişir, tohumlar değişir, yöntemler değişir bir tek şey değişmez: Gerçeğin kendisi.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/gidalari-koruma-ve-saklama-yollari/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/gidalari-koruma-ve-saklama-yollari/" data-text="Gıdaları Koruma ve Saklama Yolları" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/gidalari-koruma-ve-saklama-yollari/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This