Birinci hikâye

Ev Ekonomisi dersi, İkinci dönem başları. Yıl 2003. Sınıfa geç giren öğrenci, sessiz bir “Özür dilerim öğretmenim” diyor bakışlarını yerden kaldırmadan. Oldukça zayıf, saçları örülü. Yanakları kızarıyor. Ellerinin titrediğini fark ediyorum. Heyecanını biraz azaltabileyim diye gülümseyerek yaklaşıyorum. Elimi omzuna atıp, “Hoş geldin” diyerek kendimi tanıtıyorum. Sonra da onun kendisini tanıtmasını istiyorum. Başı önünde yanakları daha da kızarıyor. Titreyen ellerini ovuşturuyor. Konuşmuyor, belli çok heyecanlı. Aklıma geliyor, bu Derya olmalı. Sadece başını sallıyor. Onu daha fazla sıkıntıya sokmamak için yer gösteriyorum.

Zaman geçiyor, Derya hâlâ içine kapanık, araç gereç getirmiyor. Ona temin ettiğim araç gereçler de yok, görmüyorum. Tüm çabalarım, sessizce kızaran yanaklarına çarpıp,  sessizce geri dönüyor. Elleriyle oynamaya başlıyor. Geçen zaman içinde onda yerleşen ter kokusu, diğer çocuklarda da şikâyet konusu olmaya başladı.

Ramazan ayının başları…

Çarpana dokuma yapıyoruz. Desen çalışmalarımız bitti. Dokumaya geçtik. Bütün sınıflarda ipliklerin etiketlerini biriktiriyor ve atölyemize yedek ip temin ediyoruz. Bu arada zor bulunan dokuma araçlarından (kartela) bol miktarda temin edebilmişim. Öğrenciler bunlardan yararlanıyor. Derya’ya verdiğim malzemeler yine yok. Yine çalışmıyor. Hem sınıf öğretmeniyle hem rehber öğretmenle görüşüyorum. Sonuç yok.

Altıncı dersin başında ezan okunuyor. Çocukların çoğu oruçlu. Beşinci dersin sonunda masalarımızı toplayıp, temizlik yapıyoruz. Hazırlıklar bitince, ben de öğretmenler odasına gitmek üzere kalkıyorum. Derya arkamdan geliyor. “Öğretmenim” diyor. Yine mahcup, utangaç, yine başı önünde, elleri ile oynuyor. Çocukları suçluluk duygusu üzerinden terbiye etmek yanlış, biliyorum, biliyorum ama kendime yeniliyorum; bu davranışlarından ne kadar üzüntü duyduğumu, kırıldığımı söylüyorum ona. Dönüp gidecek oluyorum, karşıma dikiliyor. “Başka şey söyleyecektim” diyor telaşla. “Ben…” diyor, gerisini getiremiyor. Onu alıp dışarı çıkıyorum.

“Oruçlu musun?”

“Evet… Benim… karnım çok aç” diyor, ağlayarak. Sahurda da yemek yememiş. “Evde yiyecek bir şey yok. Annem yeni geldi Çorum’dan. İneği satmak için kalmıştı. Babam burada iş bulacaktı ama olmadı. Annem ineği satmış ama parasını daha alamamış, sadece yol parası… Evde yakacak bir şey yok… Annem bilememiş sizin verdiğiniz malzemeleri sobaya atmış. Ben… söyleyemedim…”

Derya’lar üç kardeş, abisi sekizinci sınıfa gidiyor; Derya yediye; küçük erkek kardeşi dörde. Çorum’dan göç etme nedenleri işsizlik. Okula çok yakın bir evde oturuyorlar. Oldukça eski bir ev, kerpiç, yıkılmak üzere bir görüntüsü var. İki katlı, alt katta inşaat işçileri kalıyor, üst katta Derya ile ailesi. Kırılan camlara naylon yapıştırılmış. Perde yok, gazete kaplanmış. Evde sular kesik. Babası ödeyememiş su borcunu. Suyu yanlarındaki camiden taşıyorlar. Bu Derya’nın her geçen gün artan ter kokusunu açıklıyor.

Açlık ve din… Din ve insan… Ertesi gün sınıfa döndüğümde çocuklarla birlikte din üzerine konuşuyoruz. İnancı, ibadeti tanımlıyoruz. İnsan olmanın, empati kurmanın anlamını araştırıyoruz.

Umut ediyorum ki, sadece aç kalmanın ibadet olmadığını öğrenmiş olarak büyümüş olsun o çocuklar. Çevrelerindeki insanlara karşı duyarlı olmanın, kendinin ve başkalarının farkında olmanın bilgeliğini kavramış olsunlar.

İkinci hikâye

Deprem sonrası yapılan prefabrik okul binasının kenarında durmuş, boynu önünde. Kaçamak bakışlarını yakalıyorum. Hava serin, rüzgâr var. Morarmış bacakları çekiyor dikkatimi. Çorap yok, saçları dağınık, okul forması üzerinde büyük duruyor, rengi soluk. Çekingen bakışlarını yakaladığım o küçük kız…

Okul binasının dışında kalan kantinin önündeki banklarda oturuyoruz; başmüdür yardımcısı ve birkaç öğretmen arkadaşımla birlikte. Mis gibi kokarak geliyor sabah simidi. Demli çayların yanında servis yapılıyor. Sohbet koyu.Simidimi yarılamışken gözüme takılıyor Yurdanur. Öylece duruyor. Başı önünde, kaçamak bakışları ara ara üzerimizde. Baktığımı fark edince bakışları utanıyor. O sırada başmüdür yardımcısı da fark ediyor. “Aç mısın?” diye soruyor küçük kıza. “Simit ister misin?”

Hemen yerimden kalkıp yanına gidiyorum. Sırrımı verir gibi “İki tane simit almıştım. Bana fazla, bence birini sen yemelisin yoksa ben şişman bir öğretmen olabilirim” diyorum.

Gülümsüyor, kaçamak bir bakıştan sonra, hâlâ başı önünde…

O gün, öğleden sonra Yurdanur için alışverişe çıkıyorum. Bir kız çocuğunun hoşlanabileceği şeyleri seçmeye özen gösteriyorum. Ertesi gün, sınıf öğretmenine gidip, aldıklarımı veriyorum. Eşyaları Yurdanur görmeden annesine ulaştırmasını rica ediyorum. İstiyorum ki çocuk annesinin elinden alsın bu hediyeleri.

Aradan birkaç gün geçiyor, öğretmenler odasının kapısı açılıyor. Yurdanur önde, öğretmeni arkasında… Yine başı önünde ama gözleri parlıyor, saklayamadığı bir sevinç, bir mutluluk, üzerindeki giysileri okşayarak giriyor odaya. Öğretmeni bana doğru yönlendiriyor Yurdanur’u… “Öp bakalım öğretmeninin elini, bütün bunları sana o aldı. Teşekkür et.”

Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Benim ne kadar utandığımın farkına varmıyor Yurdanur. Küçük ellerinin parmaklarını kocaman açmış, yeni giysilerini seviyor hâlâ.

Umarım beni hatırladığında kalabalık öğretmen odasının ortasında yaşadığı bu olaydan duyduğu sıkıntı gelmiyordur aklına. Umarım onun güncesinde sıkıntı ile hatırlanan bir öğretmen olmamışımdır.

Öğretmen arkadaşım, soru dolu bakışlarım karşısında açıklama yapma gereği hissediyor: “Çok düşündüm, ya aklına ‘Verdi mi acaba?’ diye takılırsa, dedim. Ne bileyim vebal altında kalmak istemedim. Oldu bir kere…”

Neleri unutmuşuz be öğretmenim, neleri unutmuşuz! Güvenmeyi, empati kurmayı, inanmayı, sevmeyi…

Ben bu hikâyeleri neden yazdım? Bilmiyorum. Bildiğim; gülsünler istiyorum. Küçücük bedenlerin yükleri hafiflesin. Küçük bir dokunuşla, hayatın güzel bir sürprizi olabileceği umudu yerleşsin istiyorum, o kocaman dünyanın sığdığı küçük yüreklere.

Hep denir ya, “İçinizdeki çocuğu yaşatın.” İşte!

Ya hiç çocuk olamayanlar? Büyük doğanlar, ihtiyar yaşayanlar?

Unutmuşuz!

Dokunmayı unutmuşuz korkmadan, sevgiyle dokunmayı … Küçücük, sevgi dolu bir dokunuşun neler yapabildiğini unutmuşuz. Kim olduğumuzu hatırlamayı unutmuşuz; hatıra gelmeyenleri öğretmek kimin haddine!

Share This