Bilgisayarımın başına oturmuş bu yazıyı yazmaya hazırlanıyordum ki kapı çaldı. Bize paket geldiği zaman postacı kapıyı böyle bir tıklatıp gidiyor. Çalışma masam kapının dibinde olduğu için hiç yerimden kalmadan tokmağı çevirdim, sandalyemde hafifçe geriye kaykılıp paspasın üzerinde paket var mı diye baktım. Paspasın üzerinde paket değil bir çift ayak vardı. Bakışlarımı yükseltince kırmızı kazak giymiş güler yüzlü bir kadınla karşılaştım. Tanıyor muyum ben bu kadını?
“Selam” dedi güler yüzlü kırmızı kazaklı kadın. “Beni beklemiyormuş gibi bir halin var.”
Bir yandan çalışma masamın kapağını kapatıp ayağa kalkmaya çalışırken, ağzımın içinde “Yok, yok! Ne münasebet” gibisinden bir şeyler geveledim. Masayı kapatmazsam kapı açılmıyor. İskemleyi de masanın/kapının önünden çekmek gerek. Bilgisayarın kordonu kapağa takılınca kapak kapanmadı, kapı açılmadı, kırmızı kazaklı güler yüzlü kadın kapıda kaldı.
Benim aklım da yavaş yavaş başıma geldi.
Kahve falı randevusu için gelen Liesl’di kapıdaki. Randevuyu unutmuştum. Bu hafta kaçıncı randevu bu unuttuğum?
Kadıncağız ayakkabılarını çıkarırken bir kez daha acaba randevu saatini yanlış mı hatırladım diye sordu. Yüzümdeki şaşkın ifade bir yana, üzerimde hâlâ sabahki dersi verirken giydiğim yoga kıyafetlerim, (taytın sağ dizinde bizim Bey’e “o da bu imajın bir parçası” diye yutturmaya çalıştığım koca bir delik) ayaklarım çıplak. Salonun ortasında önceki gün aldığım yeni klozetin kutusu, Yunanca kitapları kanepeye yayılmış… Ne bende ne de evde daha önceki seanslardan bildiği kahve kokulu mistik fal havasından eser var.
Güler yüzü kanepeye oturtup telaşla kahve pişirmeye giriştim. Bir yandan da kadıncağıza dair bildiğim şeyleri hafızadan çekip çıkarıyorum. İki oğlu var. Şehir dışında güzel bir evde yaşıyor. İlk fal baktığımda hamileydi… “Bebek nasıl?” diye sordum. “Bebek beş yaşında oldu” dedi. Az daha cezveyi deviriyordum. Bir bardak su koydum önüne. Telefonundan “bebeğin” resimlerine baktık. Kahve taştı. Mutfağa koştum. Modern elektrikli ocağımız bilmiyor tabii nasıl kahve pişireceğini, her yer batmış. Bir de cayır cayır yanıyor. Duman yangın detektörüne kadar yükselirse alarm çalmaya başlayacak Allah muhafaza! Mutfak havlusunu kaptığım gibi havada salladım. Kadıncağız beni seyrediyor. Neyse kalan kahveyi fincana boşalttım, fincanı kadıncağızın önüne sürdüm. Ne köpük ne kaymak tabii. Telvenin tamamı ocağa dökülmemiştir inşallah diye dua ederek geçtim karşısına yerleştim.
Telaş -ayıptır söylemesi- benim en çok dalga geçtiğim insanlık hallerinden biridir. Annem, teyzem, kayınvalidem, stajyer öğrencilerim telaşlanırken ben oturduğum koltuğa yayılır da yayılır, kıs kıs gülerim. “Ya sakin olun, telaşlanacak bir şey yok” derken kendimi pek güçlü, onlardan bir gömlek daha iyi hissederim. Belki de o yüzden şimdi Liesl karşımda kahvesini yudumlarken, kendimi bu kadar kötü hissediyorum. Sadece randevumu unuttum ve hazırlıksız yakalandım diye değil, hep alay ettiğim telaşa kendim kapıldım diye. Sanki telaşlarıyla dalga geçtiğim bütün insanlar, koltuğa yayılıp da kıs kıs güldüklerim karşıma geçmiş, “Heh heh ne oldu sana Sakine Hanım? Kontrolü kaybettiniz galiba?” diyorlar. Kızardım mı ne?
Ah oysa ben bilmiyor muyum aslında kimse benim karşıma geçip öyle kıs kıs gülmez. Ben onların telaşlarıyla inceden inceye dalga geçmiş bile olsam, onlar telaş anında beni yargılamak yerine bana yardım etmeye çalışırlar. Hayatımda hiç kimse benimle kendi iç sesimin konuştuğu tonda konuşmaz. Ben de hayatımda hiç kimseye kendime davrandığım kadar acımasızca yaklaşmam. Nedir bu benin bana karşı olan hırsı, hıncı?
Ben iç sesimi ilk duyduğumda kaç yaşındaydım bilmiyorum. Ha bire benimle zıtlaşıp duran bir kız çocuğu vardı içimde. Kardeşim olsa herhalde onunla ilişkimiz böyle olurdu. Ama benim kardeşim yoktu, oyun arkadaşım da yoktu. Bütün oyunları içimde benimle zıtlaşıp duran o kızla oynamam gerekiyordu. Bir gün anneme sordum, onun içinde de konuşup duran birisi var mı diye. Yokmuş. Kendi kendine konuşanlara deli diyorlardı. Bunu biliyordum. Seksen yaşındaki Koca Hala, hiç evlenmemiş, hayatı boyunca tek başına yaşamıştı. Dairesinin kapısına kulağımı dayadığımda Koca Hala’nın evin içinde dolanırken kendi kendine konuştuğunu duyardım. Kız halaya çekerdi. Deli olduğumu düşünmesinler diye içimdeki kızdan başkalarına bahsetmemeye karar vermiştim. Ama bir isim verdim ona: Elif.
Elif ile zıtlaşa zıtlaşa büyüdük. Yogaya başlayınca anladım ki Elif’in adı zihinmiş, egoymuş, tasavvuftaki karşılığı nefs imiş. Herkesin bir Elif’i varmış kâh zıtlaşan, kâh günaha kışkırtan. Elifler çıtayı hep yüksek tutarlarmış. Biz başaramayınca da kendi başarısını çocuğununkine bağlayan bir anne gibi hırçınlaşır, hain hain konuşurlarmış. Elif yenilince biz de yenildik sanırmışız. Eliflerden kurtulmak mümkün değilmiş ama Elifler terbiye edilebilirmiş. Öyle sopayla, katı kurallarla, zıtlaşmaya çanak tutarak değil de, duyarak, dinleyerek, hırçınlığının ardında küçücük yaşında takılıp kalmış bir çocuk olduğunu görerek.
Liesl kahvesini bitirdi, fincanı kapattık. Arkamıza yaslandık. Yum gözlerini dedim, derin bir nefes al, yumuşa… Kendine karşı, dünyaya karşı, Eliflere karşı yumuşa…
Fincanı tabanından ayırırken koltuğa gömüldüm, bilgisayardaki kayıt programını çalıştırdım. Fincanın içi neredeyse bomboştu. Silik soluk bir iki şekil, o kadar. İki elimle sıkıca kavrarken karşımda oturan kırmızı kazaklı, güler yüzlü kadının gözlerinin içine baktım. Bir anda fincanın içindeki silik soluk şekiller kanlandı, canlandı, üç boyutlu hikâyelere dönüştü. Hatırladım:
Gönül sohbet ister, kahve bahane.
Dudaklarımı araladım,
Hikâyeler döküldü hep tane tane.