Bir anda güneş açmıştı. Tıpkı yaklaşık on beş dakika önce yağmurun ansızın bastırması gibi… O anda fark etti ki bazen güneşin tekrar ortaya çıkması için önündeki bulutun çekilmesinden çok daha büyük sebepler olabiliyordu; çünkü güneş insanın içinde de açabiliyordu. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ve içini kaplayan sebepsiz bir yaşam sevinciyle ağır ağır tırmandığı yokuşu dans eder gibi iniyordu. Ev kıyafetiyle apar topar sokağa çıktığı için komik bir görüntüsü vardı. Sokağa her çıkışında olağandışı bir özen gösterdiğinden normalde bu özensizliği komik bulmaz, kendisini rahatsız hissederdi. Oysa şimdi bu umursamazlık hoşuna gitmişti. Tepeden topuz dağınık saçlar, mor gözlüğü, mavi tişörtü, pembe yağmur çizmeleri, çizmelerinin bitiminden gözüken yeşil çorapları, çorapların bitiminden gözüken teni, ve siyah taytı… Elinde ise evdeki sekiz on şemsiye arasından özellikle en büyüğü olduğu için seçtiği şemsiyeyi tutuyordu. Yokuşun bitiminde haline gülerken yaptığı bu basit şeyin yarattığı güçlü etkiye hala inanamıyordu. Güneş gerçekten de sadece gökyüzünde açmamıştı; içinde de bir sıcaklık, bir hareketlilik vardı. Bu sıcaklığı hissetmeyeli ne kadar da uzun zaman olmuştu oysa. Uyandığı andan beri içini saran kasvet yok olmuştu bir anda. Aslında tam da karamsarlığın en uç noktasına ulaştığında içindeki karabulutu yok edecek fırsat belirmişti.
Bir sonraki gün biyoloji sınavı vardı. Ondan önceki 4 günde de toplam on iki sınava girmişti. Sadece yaşadığı stres, özgürlüğünün kısıtlandığı duygusu değildi kalbini sıkıştıran. Amaçsızlık ruhunu gerçekten de sıkıyordu. Canı sıkılıyordu. Hayatın amacı neydi? Bu amacı gerçekleştirme yolunda doğru noktada mıydı? Ne gibi bir yararı vardı kendisine, çevresine ve dünyaya? Bu sorular ve her zaman eksik kalan cevaplar aklında dolanırken birden bastırmıştı yağmur. Bu, o gün bastıran üçüncü yağmurdu. Camı açmıştı ardına kadar. İçini ferahlatır diye yağmurun kokusuna sığınmıştı. İşte tam da o sırada gözüne çarpmıştı o yaşlı amca. Yabancı değildi aslında. Haftanın belli günlerinden ne zaman pencereden baksa dört ayaklı desteğiyle evinin yan sokağındaki yokuşu çıkan o amcayı görüyordu. Her görüşünde de azmini takdir ediyordu; fakat bir yandan da içini bir hüzün kaplıyordu. Hem o dik yokuşu zar zor çıkışına hem de yalnızlığına üzülüyordu. Bu sefer o zorlu eğim yetmiyormuş gibi bir de sağanak yağmurla mücadele etmesi gerekiyordu. Bir anda hissettiği hüznün yerini cesaret kapladı. Aklına bir fikir gelmişti. Şemsiyesini kaptığı gibi inecek ve yaşlı amcaya zorlu yolunda eşlik ederken onu yağmurdan koruyacaktı. Bir anda fikrinin heyecanını üşengeçliği gölgelemişti. Şimdi işi gücü yokmuş gibi giyinecek, aşağı inecek, amcaya yetişecek, hiç tanımadığı bir insanla konuşacaktı. Bunları düşünürken bile içini bir yorgunluk kaplamıştı. Hem biyoloji çalışması gerekiyordu hem de kardeşini evde yalnız bırakamazdı. Üstelik yaşlı amca ya onu terslerse? Tam vazgeçiyordu ki bir anda amaçsızlığını umuda dönüştürecek bir fırsatın karşısına çıktığını fark etmişti. Hem yaşlı amca tek başına yolda ıslanırken o burada nasıl oturabilirdi ki? Onu asıl yoran üşengeçliği ve melankolik haliydi. Hayat hareketi severdi! Aceleyle yağmur çizmelerini giymişti. Anahtarını ve en büyük şemsiyesini kaptığı gibi dışarı fırlamıştı. Koşarak amcaya yetişmişti. Derin bir nefes almıştı. Amca onu terslese bile bir şey kaybetmezdi ki… Cesaretini toplamıştı ve…
SAYFA-BOLUMU
-Merhaba. Ben odamda otururken gördüm sizi. Yağmurda şemsiyemle size eşlik etmemi ister misiniz?
-Ama ben yolun en başında oturuyorum
-Olsun benim için sorun değil. Ben yürümeyi severim.
-Peki, o zaman teşekkür ederim.
Beraber yürümeye başlamışlardı kocaman şemsiyenin altında. Büyük bir sessizlik olmuştu. O aslında bu sessizliği yakından tanıyordu. Bu rahatsız edici sessizliği hep hissederdi. Konu açılmasını beklememişti:
-Ben sizi hep görüyorum evimden. Bu yoldan çıkıyorsunuz hep.
-Evet, aşağıda bir kafe var oraya gidiyorum. Şimdi de oradan geliyorum. Yağmur da bir anda bastırdı. Sayende ıslanmadım ama teşekkür ederim.
-Ne demek. Benim için zevk oldu. Siz burada ne zamandır oturuyorsunuz?
-Beş yıldır. Ben Denizli’den göç ettim.
-Ben sizden eskiyim o zaman. 17 yıldır burada oturuyorum. Doğduğumdan beri…
-Galiba durdu yağmur.
-Hayır, hayır hâlâ yağıyor.
-Tamam o zaman.
Yine sessizlik. Bu sessizlikten faydalanıp amcayı incelemeye başlamıştı. Çok şık giyimliydi. Hatta basit bir yürüyüş için fazla şık… Krem rengi pantolonu ve keten ceketi ise yağmurlu bir gün için fazla saftı… Dört ayaklı, önü tekerli değneğine baktı. Gerçekten bu alete mahkûm muydu, yoksa kendi kendisini mi mahkûm etmişti? Çabalasa, denese, azmetse kurtulamaz mıydı bundan? Mecbur mu kalmıştı yoksa mecbur kaldığını mı sanıyordu? Acaba amcaya yeniden tek başına desteksiz yürümesini o öğretebilir miydi? Sırtı kamburdu amcanın. Herhalde desteğe eğilmekten oluşmuştu. Amca gerçekten de çok yavaş yürüyordu. Aslında yavaş yürümeyi hiç sevmezdi ama bu yavaş yürüyüş tahmin ettiğinden çok daha hızlı bitmişti.
-Zahmet oldu sana kızım. Allah seni annene babana bağışlasın. Böyle gençlerin olduğu görmek ne güzel!
-Teşekkürler amcacım. Rica ederim…
Şemsiyeyi kaparken yağmurun durduğunu fark etmişti. Amca da zaten apartmanına girmek üzere arkasını çoktan dönmüştü.
Güneş açmıştı. Hayır, güneş bu sefer ona açmıştı. Umut gibi… Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle ve içini kaplayan sebepsiz yaşam sevinciyle ağır ağır tırmandığı yokuşu dans eder gibi indi.