Hüzün çalışması da daha önce sözünü ettiğimiz, herhangi bir psikolojik sorun üzerinde çalışırken kullanılan aynı dört basamağı içerir: Yönelmek, üzerinde çalışmak, çözümlemek ve birleştirmek. Bize hüzün veren şeyin farkına varıp adını koyarak yöneliriz. Duygularımızı ifade ederek üzerinde çalışırız. Geride bırakarak çözümleriz. Artık o kadar yoğun bir şekilde yansıtma ve aktarımların yükünü taşımayan ilişkilere yönelerek birleştiririz.
Hüznün geri dönüşümü yoktur. Hüznü değiştiremez veya ortadan kaldıramayız ama buna rağmen çaba gösteririz. Bunu hüzün duyma yeteneğimize saygı çerçevesinde yaptığımız için, böyle davranmamız sağlıksız değildir. Bütün bunların kendi zamanlaması ve meşrebince gerçekleşmesine izin vermemiz gerekir. Yani, bir süre hüzün hissetmekten kaçınmamız, sonra yavaş yavaş hissetmeye başlamamız veya hissettiğimiz hüznü inkâr etmeye kalkışmamız mümkündür. Hüzün duyarken kendimize karşı nazik olmamız, duygunun bizi yönlendirmesine izin vermemiz ve kendimizi bir an önce bu duygudan kurtulmaya yönelik bir programa sokmaya çalışmamamız gerekir.
Bu uygulamada duygularımızı ve bize bu duyguları arkamızda bırakmakta yardımcı olan içsel değişimlerimizi dikkate alırız. Hüzünle ilgili aşağıdaki değerlendirmeleri okurken kendi hayatınızla ne gibi ilişkiler kurabileceğinize de bir bakın. Eğer belli bir paragraf sizde bir etki yarattıysa, durun ve günlüğünüze duygu ve düşüncelerinizi yazın.
Hüzün üç duygudan oluşur:
- Bir şey kayıp olduğu için duyulan keder,
- O şey alınmış/esirgenmiş olduğu için duyulan kızgınlık,
- Asla yerine koyulamayacağı için duyulan korku.
Bu üç duygu aynı anda veya herhangi bir sıra içinde yaşanabilir. Çocukluğumuzda karşılanmamış ihtiyaçlarımız için hüzün duymak, bu üç duyguyu ifade etmek anlamına gelir: İhtiyaçlarımız karşılanmadığı veya ihmal edildiği için duyduğumuz keder, ihtiyaçlarımızı karşılamamış kişilere duyduğumuz kızgınlık ve asla ihtiyaçlarımızı karşılayacak bir eş bulamayacağımız korkusu.
Hüznü oluşturan keder, kızgınlık ve korku içimizde yerleşik mekanizmalar gibidir; bu sayede her şeyin geçici olması, kayıplar, ihanetler ve acılar gibi hayatın acımasız gerçekleriyle başa çıkabiliriz: Keder duyma yeteneğine sahip olmamızın nedeni, hayatta kayıpların, değişimlerin ve bitişlerin olmasıdır; kızgınlık duyma yeteneğimizin nedeni ihanet ve adaletsizliklerdir; korku duyma yeteneğimizin nedeni zaman zaman bizi kuşatan tehdit ve tehlikelerdir.
Hüzün çalışması, en derin duygularımıza ve yakın ilişkilerde son derece gerekli olan sağlıklı duyarlılığa ulaşmamıza olanak verir. Hassasiyet, dengeyle birlikte olduğu zaman sağlıklıdır. Kendimizi zayıf hissederiz ama bu duygu bizi yolumuzdan şaşırtmaz. İncinebiliriz ama bir kurban gibi değil.
İnsani acılara daha fazlasının arayışı içinde olmaksızın duyarlı olduğumuz için utanç duymaz, memnun oluruz. Kapılarımızı sevginin ve özlemin vereceği acılara açarız ama kendimizi paspas yerine koymayız. Kalplerimiz açıktır ama paramparça değildir. fiair William Ernest Henley’in yazdığı gibi kaşımız “kanlıdır ama baş eğmemiştir.”
Sağlıklı hassasiyet, tıpkı hüzün gibi, aynı şekilde ifade edilir:
- İncitildiğim için üzgünüm.
- Aşağılandığım için öfkeliyim.
- Bunu atlatamayacağımdan korkuyorum.
Bu tür korku anlaşılabilir bir şeydir; çünkü yukarıda da gördüğümüz gibi, hüznün teselli edilmesi olanaksız bir yanı vardır: “Tanrı şöyle der: Yaralarınız iyileşemez, dertlerinizin dermanı yoktur.”
Hassasiyetimizin doğal akışını sınırlamamız sağlıksızdır. Yalnızca hissettiğimiz kederi gösterdiğimiz zaman kendimizi kurban gibi görebiliriz. Yalnızca öfkemizi ifade ettiğimiz zaman savunma halinde olur ve sevilebilir olduğumuzu gösteren hassasiyetimizi rahatça belli edemeyiz. Yalnızca korku sergilediğimiz zaman sadece daha fazla kötü muamele bekliyormuş ve bundan kaçıyormuş gibi görünürüz. Bu üç sağlıklı duygu aşağıdaki yollarla faydalı olurlar:
Suçlama içermeyen keder, kırılgan duyarlılığımızla, değerinin bilinmesi gereken bir şey, sevme ve açık olma yeteneğimizin olumlu bir göstergesi olarak ilişki kurmamıza yardımcı olur. Negatif, sağlıksız hassasiyet bize kendimizi bir kurban gibi hissettirir.
Öfke, korkumuzu aşacak kadar güçlü olmamıza neden olduğunda veya bizi taciz eden birinden uzak durmamıza yardım ettiğinde yararlıdır. Kederi dengeler ve böylece uğradığımız tacizi veya hissettiğimiz incinmişliği dile getirebiliriz.
Korku, sindirici veya zorlayıcı bir güç olmak yerine, bir tehlike işareti olarak, olumlu bir şekilde kullanılabilir. Yitirdiğimiz/eksik kalan şeylerin asla yerine konulamayacağı yönündeki korkumuzun, bize bir ipucu verdiğine dikkat edin: Karşımızdaki kişinin özlemini çektiğimiz yahut yitirdiğimiz şeyleri uygun bir şekilde ve tamamen karşılayacağı beklentisiyle bir ilişkiye girebiliriz ama eşimiz/sevgilimiz bunların ne olduğunun farkında bile olmayabilir.
Duygularımızı ifade ettikçe ve geçmişte bıraktıkça yavaş yavaş kendimizi ve başkalarını affedip hayatımıza devam edebiliriz. Böyle olur çünkü paradoksal bir şekilde kedere karşı açık olmamıza, kendi kendimize teselli bulmamıza neden olur. Bu da bizi dengeye kavuşturur ve nihayet payımıza kaçınılmaz kayıpların ve kazançların düştüğü bir dünyayı kabullenmemizi sağlar. Kendi kendimize şöyle diyebiliriz: “Hayatın zorluklarıyla birlikte yaşarken kendimi teselli etmeyi de öğreniyorum. Kaybettiklerim ve başarısızlıklarım yüzünden hissettiğim pişmanlıklar, şimdi kişisel bütünlüğümün yapı taşlarını oluşturuyor.”
Bu bütünlük/tamamlanmışlık hali, duygularımızı ifade ettikten sonra kendiliğinden gerçekleşen bir değişimin sonucunda olur. Kederini duyduğumuz şeyi sarmalayan yükten kurtulduğumuzu, o yükü arkamızda bıraktığımızı fark ederiz. İkinci olarak, suçlamalardan, hınç duymaktan, kin beslemekten ve intikam alma arzusundan kurtuluruz; yani affederiz. Hüzün ve merhamet eşzamanlı değillerdir, birbirlerini takip ederler. Hâlâ öfke duyarken, kolayca affedemeyiz. Ancak bir kez hüznümüzü yaşadıktan ve hallettikten sonra affetme ve merhamet duyma birer lütuf gibi kendiliklerinden gelirler.
Ondan sonra artık kendimizi karşılanmamış ihtiyaçların, pişmanlıkların ve hayal kırıklıklarının çevresini saran aktarımların ve bu aktarımların anaforunda taşınan kederin insafına çok fazla terk etmediğimizi; daha oturmuş bir kişilik kazandığımızı ve hayatımıza devam edebileceğimizi fark ederiz. fiimdi artık kendimize daha iyi bakabilecek, sağlıklı ilişkilere daha açık ve hazırızdır.
Hayatımıza devam etmek aynı zamanda başlangıçta yıkıma sürükleyen sorunlarımızı apaçık gerçekler halinde belirlemek anlamına da gelir: “Annemin beni yeterince sevmediğini idrak edince yerle bir oldum” ifadesi, kendimizi sürekli kurban gibi hissettiren bir şey olmaktan çıkar ve hayatın bir gerçeğini kabul etmeye dönüşür. Bu kabulleniş, bize şunu söyleme özgürlüğünün yolunu açar: “Kendimi yeterince nasıl severim?” Aslına bakılırsa, üzerinde çalışılan her psikolojik sorun, başımıza gelen her şeyde olduğu gibi, önünde sonunda yerli yerine oturur. Bu artık duygularımız olmadığı anlamına değil, duygularımızın artık bizi hırpalamadığı anlamına gelir. Yine arada bir gözyaşı dökeriz ama eskisi gibi gözyaşlarımız sel olup akmaz. Geçmişimizin hikâyesi katlanılır bir hal alır ve psikolojik sağlığın hedefi de budur. Tükenmiş veya verici olmayan anneye merhamet duymaya başladığımız zaman ruhsal bir zafer kazanmışız demektir.
Öfkeye ilişkin bir saptama yapmakta yarar olabilir. Öfke sözlüklerde “adaletsizlik karşısında duyulan memnuniyetsizlik” olarak tanımlanmaktadır. Aslına bakılırsa, haksızlık olarak nitelediğimiz bir şey yüzünden mutsuz olduğumuz veya rahatsızlık duyduğumuz zaman öfkeleniriz. Öfke hissettiğimizi kabul edemeyebiliriz ama olanların hoşumuza gitmediğini genellikle kabul edebiliriz. Olayın içindekilere yüksek sesle şunları söylemeyi deneyebiliriz: “Bundan hoşlanmıyorum.” Yanlış olduğunu düşündüğümüz bir şey karşısındaki memnuniyetsizliğimizi gösterdiği için bu, öfkedir. Bu başlangıç için kullanılacak basit bir yoldur ve gittikçe duyduğumuz öfkeyi kabul etmeye ve hâlâ daha kızarmış bir suratla, yüksek sesle ve bolca jestler kullanarak bile olsa, öfkemizi uygun bir şekilde ifade etme rahatlığı kazanırız.