Huysuz, öfkeli, fevri ve fakat iyi kalpli bir cüceyle yaşıyorum son yirmi yıldır. Gözünüzde canlandırabilin diye biraz tasvir edeyim cücemi sizlere: Yirmi santimetre boyunda; monçiçiler gibi kulakları ve küçük bir kuyruğu var; teni koyu turuncu renkte; tüysüz; pörtlek gözlü; kısık sesli; iki sivri ön dişi, kocaman bir ağzı var. Sabahları diğer zamanlara kıyasla biraz daha huysuz, bir şeye kafası atınca dağ taş gibi sessiz, hiçbir şartta eğilmeyen bükülmeyen, ne yapsam tatmin olmayan, adeta benimle kavga etmekle beslenen, uyumayan uyanmayan bir cüce. Hatta bazı günler onu kendi gölgesiyle kavga ederken gördüğüm bile oluyor. Gölgesini yakalamaya çalışıyor başaramayınca da bağırıp çağırıyor.
İçimde kuytu bir köşede evi var; bilmediğim renklerde, rengârenk. Cücem, evinde zaman geçirmeyi pek sevmiyor. İşi gücü beynimin içinde düşüncelerimin arasında dolanıp ortalığı birbirine katmak. Hiç aklımda olmayan eski anıları bulup bir yerlerden ortaya çıkarıveriyor durup dururken… “Şapşal mısın? Bunu nasıl unutabilirsin?” diyor.
Kalbimle beynim arasında dolaşıp bütün gün söyleniyor durmaksızın. Bir de bitmek bilmeyen soruları; neden’leri, nasıl’ları ve ne’leri… Bazen onu kocaman bir soru işareti olarak görüyorum. Emin olduğu çok az şey var; merak ettiği ise binlerce şey.
Dayanamadığım ve sabrımı tükettiği anlarda ona çığlık çığlığa bağırmak istiyorum fakat insan içine doğru nasıl bağırabilir, bilemiyorum… Olağanüstü ve hayati konular olmadıkça pek şiddet eğilimi göstermesem de zaman zaman ona vurmayı bile düşündüğümü itiraf etmek zorundayım.
İn misin cin misin? Derdin ne benimle? Kim koydu seni benim içime? Sensiz de olamam bu saatten sonra; ama lütfen biraz nefes aldır bana. Nasıl tatmin edebilirim seni, daha ne kadar değişebilirim, gelişebilirim, büyüyebilirim? Hep şikâyet ediyorsun, hiç tatmin olmuyorsun. Oysa biraz empati kurabilsen, bana ne kadar haksızlık ettiğini göreceksin.. Aslında ne kadar yol kat ettiğimi anlayıp “Bir soluklan” diyeceksin sen de… Ama yok kuzum, nerde ? Hep burun kıvırma, hep şikâyet ve tatminsizlik. Bir ödevimi bitirir bitirmez yeni bir ödev vermezse bana rahatlayamıyor; rahat durmuyor. Planlar kurmazsa, tuzaklar kazmazsa kurtlanıyor.
Bıraksan bir nefes alsam bir dursam etrafıma baksam. Kendimi diğerleriyle kıyaslayıp biraz yavaşlasam sadece kendime odaklanmasam. Hani çok moda ya bugünlerde; anda kalsam. Sen de biraz uyusan içimde öylece sessiz sakin. Ayaklarımızı uzatsak; bir ağaç gölgesinde sen hamağa uzansan ben seni sallasam, sonra sen uyusan, uyuşsan… Sana da bana da iyi gelir; belki öfken bile diner biraz, kim bilir?
Yılllar yıllar önce ben bir masal sanırken henüz hayatı bir aynada görmüştüm seni; aynadaki cinlere inanırdım, şüphe duymazdım. Başıma ne bela aldığımı öngöremeden sana kapımı ardına kadar açtım. Ama cincağazım bizde misafirliğin bir adabı vardır; sen hiç nasiplenmemişsin maalesef adabı muaşeretten. Bir geldin, pir geldin; bir güzel yerleştin içime. İçimde bir ev kuracak kadar kaldın. Aynada seni ilk gördüğümde ağzını hafif aşağıya sarkıtarak beğenmez bir edayla bana bakmıştın; çocuktum, kavrayamamıştım. Ama hatırladığım bir memnuniyetsizlik kaplamıştı içimi o gün. Kendimi beğenemedim uzun yıllar senin yüzünden. Hep bir soruna odaklandım baktıkça aynaya. Oysa küçük cücemdi gördüğüm, kendime bakamadım senin yüzünden yıllarca. Her nasıl olduysa bir yolunu bulup barıştım kendimle aynada. Baktıkça daha güzel gördüm kendimi. İnsanın aynada sadece bedenini değil de ruhunu görmeye başladığı nokta kendiyle barıştığı ana denk geliyor; ayna da bu barışın şahidi oluyor.
Cüce hiç uslanır mı? Bu sefer davranışlarıma, hayatımda nasıl durduğuma taktı kafayı. Öyle misin, böyle misin? Niye kendini ifade edemiyorsun? O bu sevgiyi hak ediyor mu? Neden eşit ilişki kuramıyorsun? Neden verdiklerini geri istiyorsun? Sen kendini ne sanıyorsun? Tabii bir de bıkmadan usanmadan sorduğu cevaplarımdan bir türlü tatmin olmadığı “Sen kimsin?” sorusu. Cücemin soruları ve beynimin karıncaları.. Ne öldüler, ne öldürdüler beni. Duymazdan gelmenin mümkünü yok; cüce yedi gün yirmi dört saat iş başında. Benim haberim olmayan her şeyin o muhakkak farkında. Bazen rüyama giriyor, bazen yanlışlıkla ağzımdan çıkıveriyor dil sürçmesi şeklinde. Bütün gerçekleri ama özellikle unutmak istediklerimi bana hatırlatıyor.
Ne diyebilirim ki; onun da varoluş meselesi bu temele dayanıyor. Birbirimizle iç içe yıllardır gidip geliyoruz işte. Amma velakin ben artık cücemsiz de olamam biliyorum. Bu yüzden artık onunla kavga etmekten vazgeçtim. Vazgeçmek ne büyük rahatlamaymış meğer. O konuşuyorsa vardır bir bildiği diyorum; huysuz falan ama asıl istediği benim mutluluğum biliyorum. O da eskisi kadar acımasız değil söylemlerinde. Birbirimizle hasbıhal ettiğimiz anlar bile oluyor. Onun o huysuz halini seviyorum. Eskiden suratını dağıtmak isterken şimdi o suratta kendimi görüyorum.