Küçüklüğümden, sanırım ben üç yaşındayken kayda alınmış bir kasetten hatırladığım bir sahne geldi gözlerimin önüne. Masada boş bir kâğıt, yanında siyah kurşun kalem. Annem ve babamdan uzaktayım. Bir mektup yazmak istiyorum. Siyah kurşun kalem sol elimde, halama soruyorum: “Ne yazayım halacım?” Halam bir yandan, babaannem diğer yandan “Cici elinle yaz!” diyorlar. Cici el de ne? İkisi de cici el işte, ikisi de benim minik ellerim. Sağ elimi kastediyorlarmış meğer. Siyah kurşun kalem sağ elime geçince, daha doğrusu geçirilince anlıyorum durumu. O andan sonra kendi kendime kaldığımda inadına sol elimle yazıp çiziyor, inadına sol ayağımla vuruyorum topa. Onların yanındayken “cici” elim ve “cici” ayağımla tabii ki. Onların yanında “sağlak”, bir başımayken “solak.”
Teşekkürler hala, teşekkürler babaanne. Sayenizde futbol oynarken iki ayağını da kullanabilen, takımların aranan oyuncusu oluyorum. İyi ama ya sol elim? Fark ettim ki sol elimi unutuyorum. Varsa yoksa “cici” elim.
Kendime yolculuğumun hemen arifesinde, kendiliğinden aldığım bir kararla, boş vakitlerimde sol elimle yazmaya başladım. Yazı o kadar tanıdıktı ki. Küçük Murat’ın okuma yazmayı ilk öğrendiği dönemlerdeki yazı karakteriydi karşılaştığım, zamanda yolculuk misali. Dahası ben sol elimle yazdıkça, sanki yazan ben değildim. İçimdeki çocuk yazıyordu. O anki duygularım tastamam onunkilerdi aslında ve ben içimdeki çocukla sohbet ediyordum.
Ne zaman sıkılıp bunalsam, kalemi sol elime alıp iç sesimle dertleşmeye başlamıştım. Fark ettim ki çözümler daha kolay geliyor önüme, duygular daha kolay çıkıyor açığa ve daha kolay buluyorum huzuru.
Sevgili okur, sıkılıp bunaldığında, sıkışıp çözüm için çırpındığında içindeki çocuğun sesini dinlemeni tavsiye ediyorum sana. Hatta bu sesi dinlemekle kalmamanı, onunla yazışmanı da öneriyorum. Hadi durma, al “cici olmayan“ eline kalemi ve oku bak neler diyor içindeki küçük çocuk sana.
Murat Tonbul