“İnsanın iki hayatı vardır;

ikincisi, tek bir hayatı olduğunu fark ettiğinde başlar.”

Yukarıdaki alıntı Çinli filozof Konfüçyüs’e atfedilir; ama son yıllarda Ortadoğu üzerine yazan Amerikalı gazeteci Steven Sotloff ile çok daha yakından ilişkilendirilmiştir.

Sotloff, 4 Ağustos 2013’te Türkiye’nin Suriye sınırından geçtikten sonra IŞİD tarafından kaçırıldı. Bir yıldan uzun süre esir tutuldu. Bu süre boyunca ailesi ve hükümet görevlileri onun serbest bırakılmasını sağlamak için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. 2 Eylül 2014’te Sotloff öldürüldü. IŞİD internette onun bağlanmış halde dizleri üzerine çökmüşken kafasını kestikleri videosunu yayımladı. Sotloff için düzenlenen anma töreninde kendisinin kaçak yollarla ailesine ulaştırdığı mektuptan pasajlar okundu. Bu mektupta Sotloff Konfüçyüs’e atfedilen alıntıyı kendi sözleriyle aktarıyordu: “İnsanın iki hayatı vardır ve bunlardan ikincisi, tek bir hayatı olduğunu fark ettiğinde başlar.” Bana göre bu sözler herhangi birimizin duyabileceği en önemli gerçeği ortaya koymaktadır.

Steven Sotloff’un hayatı kendi sözlerindeki bilgeliği tamamen benimseme fırsatı bulamadan sona ermiş olsa da bu, terör ve trajediyle yüz yüze gelen pek çok insanın paylaştığı bir bilgeliktir. Ben bir afet psikoloğu olarak bu sözlerdeki gerçeği -hayatın en kötü zamanlarda en güçlü şekilde parlayabildiğini- fark edeli otuz yıldan fazla oldu.

Mart 1987’de Herald of Free Enterprise, İngiltere’ye gitmek üzere Belçika’nın Zeebrugge limanından ayrıldı. Gemide 500 yolcu, 80 kişilik mürettebat ve 1100 tonluk yük vardı. Yolcular yerlerine yerleşiyor, restoranlarda kuyruğa giriyor ve barda içki sipariş ediyorlardı. Bilmedikleri ise, geminin baş kapağındaki kapılardan birinin kilitlenmemiş olduğuydu. Aşağıda arabaların içine su dolmaya başladı. Gemi dönmeye çalışıp da sarsılana dek kimse tersliği fark etmedi. Kırk beş saniye içinde gemi alabora oldu.

Alarm çalıştıracak zaman olmamıştı. Mobilyalar, arabalar ve yolcular iskele tarafına doğru devrildi. İnsanlar birbirine çarptı, duvarlara vurdu ve patlayan camlardan içeri suyun girmesiyle buz gibi denizin içine çekildi. Elektrik kesildi. Karanlıkta acılı, korku dolu çığlıklar ve haykırışlar yankılandı. Pek çok insan yirminci yüzyılın en korkunç deniz felaketlerinden biri olan bu kazada öleceğini düşündü. Herald trajedisi gibi bir tecrübe yaşamanın nasıl bir şey olduğunu idrak etmek zor. Şu anda içinde olduğunuz odanın sarsılıp içindekileri bir yandan diğerine savurarak devrildiğini hayal edin. Tavan zemin oluyor, ışıklar sönüyor ve içeri su girmeye başlıyor.

Kazadan birkaç ay sonra kazazedeler ve ölenlerin yakınları adına harekete geçen bazı avukatlar Londra’daki Psikiyatri Enstitüsü’nün psikoloji departmanıyla kontak kurup yardım istedi. Kazazedeler gelip psikolojik tedavi görmeye başladılar, ama o sırada travma ve psikolojik tedavi hakkında çok az şey biliniyordu. Psikolojinin yeni yeni gelişmeye başlayan bir alanıydı travma. Ben buna şöyle dahil oldum: Bir doktora araştırmacısı olarak çalışmalarımda travma yaşamış kişilerin psikolojik iyileşmesine engel olan şeyleri ve hangi etkenlerin daha iyi sonuçlar yarattığını inceliyordum. Bunu öğrenirsek, diye düşünüyordum, yeni ve daha başarılı tedaviler geliştirebiliriz.

1990’da Profesör William Yule kazazedelere, kazadan

3 yıl geçmişken şimdi nasıl hissettiklerini sorduğu bir anket geliştirdi. Pek çoğunun ev ve iş hayatlarında hatırı sayılır zorluklar yaşadığını biliyor olsak da yaşanan sorunların yoğunluğunu ve ne kadar yaygın olduğunu da öğrenmek istiyorduk.

Bir gün ankete hangi soruları dahil edeceğimiz hakkında konuşurken, ilk röportajlarım sırasında kazazedelerin küçük bir bölümünün, hayatlarında olumlu değişimler yaşadığından bahsettiğini söyleyerek bunu da incelememizi önerdim. Belki insanlara nasıl yardım edilebileceğine dair ipucu verme potansiyeli taşıdığından, olumlu değişim olasılığını kavramak önemli görünüyordu. Sonuçta travmatik olaylar yaşamış kişilere sorulan, örneğin kaygı, asabiyet ve kötü rüyalarla ilgili tipik soruların yanında “Kazadan sonra hayata bakışınız değişti mi? Değiştiyse bu olumlu yönde mi yoksa olumsuz yönde mi oldu?” sorularını da ekledik. Ankete son anda bu sorunun eklenmesinin uygun olup olmadığı tartışmalı görünüyordu: İnsanların başından geçenleri azımsadığımızı ya da kendilerini ciddiye almadığımızı düşünmesini istemiyorduk. Kazazedelerden hayatlarının kazadan sonra değişimini gösteren üç kutucuktan (1. iyi yönde değişti, 2. kötü yönde değişti, 3. değişmedi) birini işaretlemesi bekleniyordu. Sonuçlar şaşırtıcı oldu. Katılımcıların yüzde 46’sı hayatlarının kötü yönde değiştiğini söylese de yüzde 43’ü iyi yönde değiştiğini söylüyordu.

Araştırmam insanların yaşadığı psikolojik zorluklar üzerine başladıysa da bu bulgu beni sonraki yirmi yıl boyunca insanların yaşadıkları güçlüklerin ardından nasıl geliştiğini araştırarak geçti. What Doesn’t Kill Us (Bizi Ne Öldürmez?) adlı kitabımda bu konuyu anlatmış, o zamana kadarki araştırmalarımı ve trajedi ve travmanın hayata nasıl olumlu bir bakış getirebileceğini açıklamıştım. Hatta araştırmalarım, güçlüklerin ardından gelen olumlu değişimlere dair, psikoloji alanına ilgiyi artırmış, konu Kuzey Carolina’dan iki Amerikalı klinik psikoloji araştırmacısı Richard Tedeschi ve Lawrence Calhoun’un “travma sonrası gelişim” terimiyle anılmaya başlamıştır.

Travma sonrası gelişim, travma yaşamış insanların bu tecrübeyi olumlu bir şeye dönüştürmesini anlatır. Örneğin, insanlar, kendilerine bakışlarının, içlerinde var olduğunu daha önce bilmedikleri güçleri keşfetmelerini sağlayacak şekilde değiştiğini keşfedebilir, hayatlarını yeni ve daha anlamlı bir perspektiften görmeye, başkalarıyla ilişkilerine daha derinden kıymet vermeye başlayabilirler.

Ölümle burun buruna gelmek, sıklıkla travma sonrası gelişime yol açar. Bunun en belirgin özelliklerinden biri hayata daha büyük takdirle yaklaşma, değerini bilme ve boşa harcanmaması gerektiğini idrak etmedir. Çalışmalar tekrar tekrar göstermiştir ki insanları kendi fanilikleriyle yüzleştiren olaylar bakış açısında olumlu değişikliklere götüren bir sıçrama tahtası işlevi görmektedir. Bir çalışmada, bir noktada öleceklerini düşünmeye başlamış kanser hastaları, özellikle de meme ve testis kanserinden mustarip olanlar incelenmiştir. Bunlar tedavilerini tamamladıktan sonra iyileşmiş, hastalıkları tekrarlamamış kişilerdir ve hepsi hayatın sonsuza dek süreceğini ya da hayatlarındaki insanların hep orada olacağını düşünmeyi bırakıp, her günlerini dolu dolu yaşamaya başlamıştır. Travma, insanlara aslında neyin ve daha önemlisi, kimin önemli olduğunu öğretmiştir. Ben yaşanan zorlukların dönüm noktası olabildiğini hem bir araştırmacı hem de başından ölümcül hastalıklar, doğal afetler ya da korkunç kazalar geçmiş kişilerin hikâyelerini dinlemiş bir terapist olarak gördüm.

İnsanın zayıf noktasıyla yüzleşmesinin daha bilgece bir hayata kapı açabilmesi fikri elbette hiç yeni değil. Konfüçyüs dışında, Yunan filozof ve batı felsefesinin kurucusu Sokrates de “Daima ölme pratiğiyle meşgul olmayı” öğütlemiştir. Peki, ölümle yüz yüze gelmek bunun ilk kıvılcımını ateşliyor, tamam ama bu yüz yüze gelmenin kendi yaşamımızı tehdit ediyor olması şart mı? Yoksa tek yapmamız gereken gözlerimizi etrafımızdaki ıstıraba açmak mı? Bu, Budist geleneğin temelidir.

Prens Siddhartha Gautama, dünyadaki tüm zevklerle çevrelenmiş haldeydi, ıstırap ondan uzak tutulmuştu. On altı yaşındayken güzel bir prensesle evlendi, konfor ve lüks içindeki sarayında yaşadı. Yirmili yaşlarının sonlarındaki genç bir adam olarak evini geride bırakıp bir yolculuğa çıktı ve bu yolculukta sıradan insanların ıstırabına tanık oldu. Önce sıkıntılarla dolu yaşamından yorgun düşmüş yaşlı bir adamla karşılaştı. Sonra cenaze alayında taşınmakta olan, etrafı yas tutanlarla çevrili bir ceset gördü. Son olarak da yaşlanmanın, hastalığın ve ölümün en mutlu ve en zengin hayatları yaşamış kişiler için bile kaçınılmaz olduğunu fark etmesini sağlayan yüce bir adama rastladı. Sarayının, insanlığın acılarına cevap sunmayacağını fark eden Gautama krallığını terk etti. Altı yıl boyu spiritüel öğretmenlerle çalıştı fakat sorularına cevap bulamadı. Bir

Bodhi ağacının altına oturup sonunda ölüm de olsa aydınlanmadan bu ağacın altından kalkmamaya ve hiçbir şey yememeye karar verdi. Otuz beş yaşındayken nihayet uzun ve derin bir meditasyonun ardından aydınlandı ve Buda oldu.

Buda, bir isimden ziyade, “aydınlanmış olan” anlamında bir unvandır. Buda, kendisinin insanın varoluşuna dair daha geniş bir anlayışa ulaşmış sıradan bir adam olduğunu söylüyordu. Sonraki kırk beş yıl boyunca Hindistan’da şehir şehir gezerek öğretilerini yaydı ve seksen yaşında öldü. Budizm, hayatta her şeyin sürekli değiştiğini, dolayısıyla acının kaçınılmaz olduğunu söyler. Çoğumuz prens gibi bir sarayda yaşamayız ama bu hayattaki zamanımız sona ermeyecek gibi yaşarız, ölüme dair düşünceleri kenara iteriz. Ne var ki hayatlarımız aslında birer kum saati gibidir. Kumların akışı durdurulamaz.

Daha önce bahsettiğim gibi, Budizmdeki kensho- terimi acının sonucunda oluşan derin kavrayışı ifade eder. Bu noktada kişi realitenin esas doğasını görür ve anlar. Modern psikolojide biz buna travma sonrası gelişim deriz ki bir psikolog olarak benim de temel ilgi alanım uzun yıllar bu olmuştur. Bu fenomenle ilgili çok ilginç bulduğum şey, onun herkes için ne kadar bilindik olduğudur. Herkes sadece entelektüel düzeyde de olsa bu gerçeği bilir. Buna karşın çoğumuz ona uygun yaşamayı beceremeyiz. En azından ölümle bizzat burun buruna gelene dek…

Kültürümüzün, ölümü hastanelerin içine gizleyerek pek çoğumuzun orta yaşa, hatta daha da ileriki yaşlara gelip de olasılıkla ebeveynlerinden biri ölene dek ölümle karşılaşmamasını sağlaması çok enteresandır. O noktada belki son anlarında onların yanında oluruz -bu anlarda huzurlu da kaygılı ve acılı da olabilirler. Birçoğumuz bu şekilde varoluşun daha önce görmediğimiz doğasına kısa bir bakış atarız.

Sağlığımızın, sevdiğimiz insanların, huzurumuzun, özgürlüğümüzün, refahımızın ve hatta hayatın kendisinin kıymetini bilmeyi, ta ki onları ani bir hastalık, kaza ya da sakatlık dolayısıyla kaybedene dek neden atlarız? Neden gerçek, derin -sadece entelektüel olmayan, her zerremizde duyduğumuz- bir bilişe ancak o zaman ulaşırız?

Hayata dair böylesi yüksek bir takdir düzeyi yüksek bir bedel karşılığında geliyor gibi görünebilir. Auschwitz and After (Auschwitz ve Sonrası) kitabında Holokost deneyimini anlatan Charlotte Delbo’nun yazdığı gibi:

Ölümle konuştum

Ve öylelikle

Anladım

Öğrendiklerimiz beyhude

Öyle bir keşif ki bu

Ve bedeli olan ıstırap

Öyle yoğun ki merak ediyorum

Değer miydi

Hayatta acı verecek her etkileşimden kaçınmak ama yaşamayı asla tam anlamıyla takdir edememek mi daha iyi; yoksa daha fazla takdir dolu bir hayata götürecek kayıpların acısını çekmek mi? Bunlar kendimize sorabileceğimiz iyi sorulardır, ama neyse ki hiçbir zaman böyle bir seçim yapmak zorunda değiliz; çünkü zaten, Buda’nın dediği gibi, acı kaçınılmazdır. Tek gerçek seçeneğimiz karşılaştığımızda ona nasıl yaklaşacağımızdır.

Share This