kafesler…

kafeslere kapatıldım…
kendimi bildim bileli…
maymunsun sen dedi…
kapatanlar beni…
maymun sandım kendimi…
kabullendim kaderimi…
zorlamadım kafesimi…
sadece…
alıp verdim nefesimi…
bir gün duydum O’nun sesini…
sen aslansın demesini…
haydi kır kafesini…
kükre duyur sesini…
vermeden son nefesini…
aslanlar gibi…
kendin gibi yaşa…
hayatın geri kalan cümlesini…
  
               

Maviş. Küçük bir kız çocuğu…

Kendi küçük ama ruhu büyük. Sorumlulukları büyük. Okumayı seven. Kitapları seven. Okula gitmeden okumayı ve yazmayı öğrenen. Kardeşlerine annelik, sınıftakilere öğretmenlik yapan.

Boyundan büyük sorumlulukların altından kalkabileceği alnında yazılı olan.

Eline ne geçerse okurdu. Rüzgarın önüne katıp getirdiği eski gazete sayfalarından tutun da bakkalın verdiği gazete kağıdından yapılmış kese kağıtlarına kadar.

Okula başladığında ilk kitaplığı orda gördü. Alıp her istediği kitabı okuyabiliyordu. Hiç ara vermeden birini bitirip diğerini alırdı. Her okuduğu kitap için de annesinden bir kaç kez dayak yerdi.

Sorumluluklarını aksatırdı. Kitabın sonunu merak eder elinden bir türlü bırakamazdı. Yılmadı. Okul bitene kadar kitaplıkta ki bütün kitapları okudu. En son okuduğu kitap da ”Aneneler Neler Bilmelidir ” adlı bir çocuk bakım kitabıydı. Bu bir tesadüf olmamalıydı. Hayatının her döneminde bir anne gibi sahip çıkması ve bakması gereken çocuklar olacaktı. Çocuklar ve kitaplar. Çocuklar üzülmemeliydi. Kitaplar okunmalıydı.

Liseyi bitirinceye kadar kitaplarında sorumluluğunu taşıdı. Hep o seçildi kitaplık kolu başkanlığına. Kitap aldı. Kitap verdi. Kitapları onardı. Kitapları düzeltti. Kitapları sevdi. Kitapların da onu sevdiğini hissetti. Kitaplara dokunmaktan, kokusunu duymaktan büyük keyif aldı. Okurken kitapta ki dünyalara daldı. Bambaşka Maviş ‘ ler yarattı. Kitaptaki kahramanlarla bütünleşti. Ruhu özgürleşti.

Çatalca ‘ ya bir akraba ziyaretine gittiler bir gün ailece. Maviş sekiz ya da dokuz yaşlarındaydı. O evde bir kitaplık gördü. Şaşırmıştı. Kitaplıklar sadece okullarda olur sanıyordu o güne kadar. O gün o kitaplık Maviş’ in zihnine kazınmıştı. Uyumadan önce yattığı odanın duvarında onun olduğunu hayal ediyordu. Bir kitap alıyor, okuyor ve bu güzel hayalle uykuya dalıyordu.

Hayal kurmasına kuruyordu ama gerçekleşmesinin de imkansız olduğunu düşünüyordu. Okuldan aldığı kitapları okuduğu için kızan ailesi bir kitaplığı ve o kadar kitabı nerden bulabilirdi ki.

Liseyi bitirdiği yıl Maviş ‘ in üniversitede okutulup okutulmayacağı konuşulur olmuştu sık sık. Babası hiç okutmak istememişti onu ilkokuldan sonra. Annesinin zoruyla orta okulu ve liseyi okuyabilmişti.

”Okudu da ne oldu,” der mahallede ki okumayan kızlarla kıyaslardı hep babası. Maviş korkuya kapılmıştı. Kazansa da üniversiteyi okutmayacaklardı. Çalışmasına zaten izin vermezlerdi. Yatıp kalkıp bunları düşünür olmuştu.

Bunlar yetmiyormuş gibi bir de birisi düşmüştü peşine. Ailesi bunu bir duysa okul hayatı biterdi. Şartlı gönderilmişti liseye. Kimseyi sevmeyeceksin. Kimseyle gezip tozmayacaksın. Evden okula okuldan eve. Yoksa okul hayatın biter, denilmişti defalarca. Böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. O kitaplara ve okumaya aşıktı.

Ama aşk da adım adım peşindeydi. Bunaltırcasına her yerde karşısına çıkar olmuş ve huzur bırakmamıştı. 

Bir kez görüşelim konuşalım bir daha asla peşinde dolaşmayacağım, diye haber geldi birgün. Maviş de bu işe bir son vermek için kabul etti.

Gitti ama düşündüğü gibi olmadı.

Karşısında kitap gibi konuşan birini buldu. Okumak istediğini evlenmeyi düşünmediğini söyledi. Bir de kitapları çok sevdiğini. Bunları anlatırken kendisini esir edecek ip uçlarını verdiğinin de farkında değildi. Kurtulmak için geldiği görüşmede zayıf noktasından yakalandı.

”Benim çok kitabım var, ben de çok kitap okurum. Benimle evlenirsen evlendikten sonra üniversitede okuturum seni. Hem babam da öğretmen sana çok yardımcı olur,” dedi.

Allak bullak oldu Maviş. Günlerdir içinde büyüttüğü nefret ve öfke birden yumuşadı.

Peşinden koşan serseri, hayallerine ortak olmak isteyen bir kahramana dönüşüverdi birden. Maviş şeytanın her kılığa bürünebildiğini bilmiyordu henüz.

Kitapları olan, kitap okuyan, kitap gibi konuşan kahraman kılığındaki şeytana ne evet diyebildi ne de hayır. ”İstersen okuman için dünya klasiklerinden bir kitap getirebilirim sana yarın gel al,” dedi kahraman.

Buna hayır diyemedi. Bir dünya klasiğini ilk defa okuyacaktı. Gitti ve aldı. John Steinbeck ‘ in Gazap Üzümleri adlı kitabıydı. Maviş’in onu anlamayanlara karşı içinde taşıdığı öfke, kızgınlık, hiddet, gazap üzümleri başlığı altında toplanmış ve kitap olarak eline verilmişti sanki.

Gazap Üzümleri yoksul insanların destanı gibiydi. Pamuk tarlalarındaki, meyve bahçelerindeki işçilerin yaşadıkları Maviş’ e hiç yabancı değildi. Onların da tarlasında çalışan işçilerle çok zaman geçirirdi.

Kitapta kendini de bulması hiç zor olmadı. Kitapta geçen olaylar dinsel dersler veren kıssalar gibiydi. Kitabın adı da kutsal kitapta ki bir deyimden geliyordu. Ama kahraman dine ve Tanrı’ya inanmıyordu. Ben ateistim, demişti ve Maviş ilk kez duyduğu bu söze bir anlam verememişti. Sordu ne demek olduğunu ve Tanrı ‘ ya inanmayanlara ateist denildiğini öğrendi. İlk kez Tanrı ‘ ya inanmayan biriyle karşılaşıyordu. Bu biraz korkutmuştu onu. Ama hayallerine sahip çıkması da çok hoşuna gitmişti. Maviş’ in okumasını isteyen, onu destekleyen, okumanın kötü bir şey olmadığını düşünen, okumayı seven bir erkek.

Dualarımı kabul etti Tanrı, diye düşündü. Kitaplar köprü olmuştu aşklarına. Alıyor, okuyor, veriyor, yenisini alıyordu. Gönlünü de iyiden iyiye kaptırmıştı kahramana. Kahraman, şeytani bir ustalıkla Maviş ‘ in içindeki boşlukları yakalıyor ve akıcı bir kitaptan dökülüyormuşçasına akıyordu Maviş’ in yalnızlığına. Kitapları olan kitap gibi bir adam, kitaplara ve bu adama aşık küçük bir kız. Duymayan bilmeyen kalmamıştı artık.

Kahraman, romantik aşk filmlerinden fırlayan gösteriş dolu hareketleriyle hem Maviş’ i hem çevresindekileri etkiliyordu. Dillere destan olmuştu aşkları. Maviş şeytanın her kılığa bürünebildiğini bilmiyordu henüz.

Ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen hayallerinin kahramanıyla evlendi Maviş. Kitaplardan ibaret olan dünyasına yeni insanlar, yeni kavramlar, yeni acılar akmaya başladı.

Çoğunluğu ateist olan bir çevrede yaşamaya başladı. Tanrı ‘ nın olmadığını ispatlamaya girişmiş gibiydi herkes. Herkes ezberlemişçesine aynı şeyleri konuşuyordu. Maviş, ”vardır” deyip kalıyordu. ”Varsa göster inanalım,” diyorlardı. ”Sen varsın görüyoruz, dokunuyoruz. Tanrı da varsa eğer göster görelim, dokunalım inanalım,” diyorlardı.

Bildikleri yetmiyordu Tanrı ‘ yı savunmaya. Kur’an kursuna gitmek istemiş annesi göndermemişti. Mahallede bir tek o kalmıştı gitmeyen. Nasılda özenmişti. Arkadaşları grup halinde gidiyorlardı ve geldiklerinde neler öğrendiklerini anlatıyorlardı. İçi sızlıyordu Maviş’ in. ”Kursa gitmiş olsaydım daha çok savunabilirdim Tanrı’yı,” diye düşünürdü.

Mucizelerle O ‘ na inanmayanlara kendini göstermesi için yalvarırdı geceleri. Beklediği mucizeler gerçekleşmeyince acaba Tanrı gerçekten yok mu diye düşünürdü. Böyle düşündüğü anda içi bir hoş olurdu. Kıpırtılar hissederdi sanki içinde. Bunu Tanrı’ nın varlığının işareti olarak kabul ederdi. Eşi bunu komik bulur inandırmaya çalışırdı olmadığına.
Maviş’in kafası her gün Tanrı’nın yokluğuna dair duyduklarıyla karmakarışık olur her gece olduğuna karar verip, dua eder öyle uyurdu.

1990 yılının 1 Mayıs günü Aziz Nesin ‘ in Çatalca ‘ da bulunan Nesin Vakfı ‘ na götürdü eşi onu. Bir çok kitabını severek okuduğu bir yazarla tanışmış ve çok heyecanlanmıştı. Şaşırmıştı biraz. Eski ve yırtık bir hırka vardı Aziz Nesin’ in üzerinde. Oldukçada büyük bir yırtıktı. Gözü takılmıştı ve Aziz Nesin açıklama yapmak zorunda kalmıştı.

”Ben hergün yeni bir hırka alıp giyebilrim hem de en pahalısından ama bu beni mutlu etmiyor. Vakfın çocuklarına bir şeyler aldığım zaman mutlu oluyorum ben,” demişti.

”Burda iş gören hiç bir şey çöpe atılmaz. Gösteriş yapmak için olmayacak şeylere para harcanmaz. Paramızı çocuklarımızı okutmak için harcarız,” demişti.

Söz dönüp dolaşıp Tanrı var mıdır yok mudura gelmişti. Hiç duymadığı şeyleri duyuyordu bu kez. ”Dünyanın dengesini sağlayan, evreni kaplayan büyük bir güç var. Büyük bir enerji var her şeyi meydana getiren. Ama senin kafanda ki Tanrı,” yok demişti.

Üzülmüştü Maviş. Bu kadar iyi, yemeyip yediren, giymeyip giydiren bir insan nasıl olurda Tanrı yok derdi. Yine de onun söyledikleri çok mantıklı gelmişti. Diğerlerinin söylediklerinden farklıydı. Ama kitaplarda hiç böyle bir bilgiye rastlamamıştı.

Kafası iyice karışmış olarak döndü ordan. Var mı yok mu? Bir varmış bir yokmuş misali Tanrı’ yı arıyordu. Bir türlü göstermiyordu Tanrı kendini bu insanlara.

Vardı da o kadar büyük değil miydi acaba? Var mı? Yok mu? Büyük mü? Küçük mü?

Bu sorulara bir tek cevap verebiliyordu: ”İçime var olduğu doğuyor.”

Eşi gülüyordu onun bu cevabına. İkisi de bildiklerinden vazgeçmiyordu. İkisi de birbirini ikna edemiyordu. Eşinin acımasızlığını Tanrı’ ya olan inançsızlığına bağlıyor ve ”Şeytanı buldum bir gün Tanrı’ yı da bulacağım elbet,” diyordu.

Şeytan insan kılığındaydı. Bunu eşi sayesinde çok iyi anlamıştı. Çok zayıf, iradesizdi. Şeytan onu ele geçirmiş ve acımasızca kullanıyor diye düşünüyordu.

Üniversite hayali de suya düşmüştü. Çok kıskançtı eşi; ne okumasına ne de çalışmasına izin vermemişti. Kırtasiye dükkanları vardı ve orda çalışmaya başladı. Bir duvar dolusu kitap vardı. Hangisini okuyacağını bilemiyordu. Cennetiydi orası artık. Kimse karışmıyordu. Okuyabildiği kadar okuyordu. Bazen bir günde bir kitabı bitiriyordu. Çalıştığının bile farkında değildi. Çalışarak değil okuyarak geçiyordu günler ona göre.

Üniversitenin acısını da unutturmuştu kitaplar ona. Ama aklına geldiğinde de içi sızlıyordu. Okuyordu, yazıyordu kafasına takmamaya çalışıyordu ama şeytan günden güne daha da acımasızlaşıyordu.

Gündüz işte iken cennetteydi. Gece olduğunda şeytanın azabı başlıyor ve evleri cehenneme dönüyordu.

Maviş hala direniyordu boşanmamak için. Elalem ne derdi sonra. Çocuğum, ailem deyip katlanıyordu tarifsiz acılara. Ama Tanrı öyle büyük bir darbe indirdi ki bir gecede kararını verdi. Bu iş bitmişti. Kararından vazgeçiremedi onu hiç bir şey…

11 yıllık evliliğini bir gecede bitirdi. Tanrı ‘ nın verdiği süre dolmuştu…

İki yıl önce kendi işini de kurmuştu zaten. Korkacağı hiçbir şey yoktu. Dediğini yaptı ve sevinç gözyaşları içinde boşandı. Üstünden büyük bir yük kalkmıştı sanki. Coşkuyla yaşamaya başlamıştı.

Üniversite okuyamamanın acısı hala içindeydi. Çok kitap okuduğu için gelen giden öğretmen zannederdi onu ve sorarlardı ne mezunusunuz diye. Lise mezunuyum derken yüreği sızlardı. Hem çalışıp hem okuyacaktı. Kızına da örnek olması gerekirdi. Oku kızım, demeye yüzü olurdu.

Halkla ilşikiler bölümünü okudu. Yıllar sonra ders çalışmaktan çok büyük keyif aldı. Keyfini çıkara çıkara okudu. Kitap yazmak istiyordu. Güçlü kadınları anlatan bir çok kitap okumuştu ve kendisinin de güçlü bir kadın olduğunu biliyordu.

Kafasına koyduğu şeyi ergeç yapacak güce sahipti. Hayallerine bir yenisi daha eklenmişti. Böyle bir istek oluşmuştu eşinden ayrılıp ruhsal ve zihinsel olarak rahatlayınca. Onun bu hayalini destekleyen biri de vardı üstelik.

Evlenince sana bir de oda yaparım terasta. Kitaplığın, kitapların ve çalışma masan olur orda. Kimse seni rahatsız etmez kitabını yazarsın,” demişti ve daha bir çok hayaller kurdurmuştu ona. Asla olmayacak hayaller…

Çocukluk hayaliydi Maviş ‘ in bir kitaplığının olması. Evinde hala bir kitaplığı olmamıştı. İşyerinde dururdu kitaplarının çoğu. Okuyacak bir şey bulamayınca tekrar tekrar okurdu. Kitaplık hayali büyümüş çalışma odası hayaline dönüşmüştü.

Yine kıskıvrak yakalanmıştı hayallerinden. Varolan çocukluk hayallerine yeni pırılıtılı hayaller de eklenmişti. Ve hayaller yine bir kahramana yüklenmişti.

Bulutların üstünde, ayakları yere basmaz halde yaptı ikinci evliliğini. Gerçeklerle yüzyüze gelip yere çakılması uzun sürmedi. Bu kez de aşırı dindarların toplu halde yaşadığı bir çevrede yaşamaya başladı. Kendisi dışında herkes türbanlıydı neredeyse. Hatta, türbanlı bile çok azdı. Kara çarşaflıydı çoğu. Aklına hayaline getirmediği bir zihniyetin hakim olduğu bir yaşamın içine düşmüştü birden.

Önce işyerini kapattırdı eşi. Ciğerini söküp atar gibi ayrıldı işyerinden. Çok düşündü evliliğime mi son versem işime mi diye. Evliliğine son vermek istedi. İşi onun cennetiydi. O da elinden alınırsa tamamen cehenneme dönecekti hayatı.

Boşanma davasını açtı ama evliliğini kurtarmaya karar verdi. İlki neyse ama ikinci bir boşanma hiç hoş karşılanmazdı. Elalem ne derdi. Vazgeçti boşanmaktan. O evliliğini kurtarmayı düşünmüştü ama ekonomik özgürlüğüde elinden gittikten sonra iyice kapana kısılmış hissediyordu kendini.

İlk evliliğini bitirip ikinci evliliğini yapana kadar rahat yaşamış ve Tanrı’ yı aramayı bırakmıştı. Ama dua etmeyi ve şükretmeyi asla unutmamıştı. Varolduğunu biliyordu Tanrı’ nın ama bulamayacağına karar vermişti.

Tanrı ise aramasını istiyordu. Bulmasını istiyordu. Maviş’i kapatmıştı yine kafese ve hatırlatmıştı kendini.

Sorular başlamıştı yine…

”Tanrım neden? Beni neden buraya attın? Kimseye bir kötülük yapmadım. Kendimi unutup hayatımı başkalarına adadım. Senin istediğin gibi biri oldum. Yalan söylemedim. Kimsenin hakkını yemedim. Elimden geldiği kadar ihtiyacı olanlara iyilik yaptım. Böyle mi olmalıydı benim mükafatım?” diyerek günlerini geçirmeye başlamıştı.

Çok üzüldüğü günlerden bir gün, kimseye yaranılmayacağına karar verdi. Kendi sevdiği, kendi yararına olan şeyleri yapacak, olan biten hiç bir şeyi kafasına takmadan, ortama da uyum sağlamaya çalışarak yaşayacaktı.

Yeni bir savaş başlıyordu…

Herkesin kolaylıkla her gün yaptığı şeyler için savaşmak zorundaydı. Yürüyüş yapmaya başladı evinin çok yakınında. Beşyüz adımlık bir yolu on kere gidip geliyordu ve onbin adım atıyordu günde. Bu inanılmaz rahatlatmıştı onu. Her gün yapma, gitme diye karşısına dikilenler olsa da dinlemiyor ve çekip gidiyordu. Bir süre sonra kabullendi bunu ordakiler.

Bu savaşı kazanmıştı…

Sağlıklı beslenecekti. Bunun için de vermesi gereken bir savaş vardı. Akşamları salata yemek istiyordu sadece ve bu sorun oluyordu. Ama direnmiş ve bunu da kabul ettirmişti. Bir de Robin Sharma‘ nın Ferrasini Satan Bilge adlı kitabını bir gazetenin promosyonu olarak almış ve okumaya başlamıştı. Kitaptan okuduklarını da uyguluyordu hergün.

Spor ve sağlıklı beslenmeyle bedeni kitapta verilen uygulamalarla da zihni temizleniyordu.

Müthiş hafiflemiş hissediyordu kendini. Evlerine bir kaç günlüğüne gelen bir misafirde Sahaya Yoga adlı bir yoga kitabı görmüştü ve içindekiler çok ilgisini çekmişti. Hemen kendisi için bir fotokopisini almıştı kitabın.

Sabah saat 05 :00 te kalkıyor yoga, meditasyon ve zihin temizliği uygulamaları yapıyordu. Hem de deli gibi. O kadar iyi hissediyordu ki kendini. Yaşadığı ortamın bütün gerilimlerine rağmen coşkuyla uyanıyor ve coşkuyla başlıyordu yeni güne.

Çok iyi anlamıştı artık yaşamı sevmenin yolu kendini sevmekten geçiyordu. Ve insan ancak kendi kendini mutlu edebiliyordu.

Bugüne kadar başkaları için yaptıklarına karşılık hiç kimseden bir Allah razı olsun sözcüğü bile duymamıştı. Üstüne üstlük, yapmasaydın bile denilmişti. Yaptıkları görmezden gelinmişti.

Kızardı önceden, kendini seven ve kendini mutlu eden insanlara. Ama doğrusu buydu; anlamıştı artık. İhtiyacı olan herkese yardım edecekti yine ama bir sınırı olacaktı.

Çok zor olsa da bir yandan kendi dünyasını bir yandan da içinde bulunduğu sosyal dünyayı birlikte yürütmeyi başarmıştı. Yaptıklarını hoş karşılamayanlar vardı ama onları da duymamayı ve görmemeyi öğrenmişti.

İçinde ki sesi de iyice duyar olmuştu. O ses söylemişti ona kendini sev, spor yap, sağlıklı beslen, o kitabı al ve oku, yoga yap diye.

Karar vermesi gereken bir durum olduğunda net bir şekilde içinden aşağılardan gelen o sesi kendi içinde başkası konuşuyormuş gibi duyuyordu. Bunu defalarca yaşamıştı. ”O ses Tanrı ‘ nın sesi olabilir miydi? O içimizde midir?”, diye sık sık düşünüyor ve korkarak savuşturuyordu bu düşünceyi hemen.

”Birileri beni duysa ‘kafayı iyice yedi artık’ der. Yoksa gerçekten kafayı mı yiyorum,” diye düşünüyordu.

Ama o sesi de ihmal etmiyordu artık. O hep olması gerekeni söylüyordu çünkü.

O sesi dinleyip kendini sevmeye başlayınca yaşamı da sever olmuştu çünkü.

Yaşamı sevmeye başlamıştı ama apar topar iki ay içinde annesini beyin ve akciğer kanserinden kaybedince tüm dünyası allak bullak oldu.

Günlük yürüyüşlerini yaparken bir yandan da Tanrı’ya isyan ediyordu… ”Neden benim annem? Neden yine ben? Savaşarak ve uğraşarak kurduğum kendi dünyamı şimdi de böyle mi yıkacaksın. Geç de olsa yakaladığım coşkuyu elimden böyle mi alacaksın? Annemden daha kötülerini çok yaşattın. İyi yaşattın. Anneme neden kıydın? Adaletin nerde senin?” diyordu. 

”Elalem ne der diye canıma okudun, istediğimi giydirmedin, istediğim yere göndermedin bak öldün gittin. Bana yaptığın yalnışları ancak şimdi görüyorsundur,” deyip annesine de isyan ediyordu. Bir saat, salya sümük içi dışına çıkana kadar ağlıyordu.

Bir gün ”artık yeter” dedi ve kötü insan olmaya karar verdi…

Annesi iyi insan olmuştu da ne olmuştu?.. Erkenden ölüp gitmişti. Çocuklukluğundan beri babasından hep iyiliği, doğruluğu, adaleti dinleyerek iyi insan olmaya çalışmışlardı da ne olmuştu? İyiler kaybediyordu; bu açıkça ortadaydı.

Kötü insan olacaktı. İyi ve uzun yaşayacaktı. Anne ve babası büyük kızını da kendisi gibi iyi ve sevgi dolu yetiştirmişlerdi ama küçük kızını düzenin insanı yapacaktı…

Bu kararı verince, Tanrı’ dan annesinin ölümünün intikamını almış kadar rahatladı.

Ertesi gün yürüyüşte dinlediği Ayşe Özgün’ ün radyo programında şöyle bir anons duydu. ”Yarınki programın konuğu Işık Menderes. Konumuz reenkarnasyon.” Oldum olası ilgi duyardı reenkarnasyona. Annesini düşündü bir an. Tekrar gelip iyi bir yaşam sürebilir miydi ki? Bunu öğrenirse daha da rahatlayacağını düşündü.

O gün yürüyüşe çıkmadı ve programı dinlemeye başladı. Çok ilginç geldi konuşulanlar. ”Tanrı içimizde,” dedi bir ara Işık Menderes. Bunu duyunca telefonla bağlandı programa. ”O sesi uzun bir zamandan beri duyuyorum içimde ama Tanrı’ nın sesi olduğunu düşündüğümde korkuyorum,” dedi. Korkmamasını ve o sesi kendisine rehber etmesini söyledi karşısındaki. Bu sesi duyabildiği için çok şanslı olduğunu da ekledi. İlk kez şanslısın diyen biri çıkmıştı ve ilk kez kendini şanslı hissetmişti.

Bütün bir program telefon konuşmasıyla geçti. Kitaplığından ve kitap yazmak istediğinden bile bahsetti Maviş. ”İçimde beni yazmaya zorlayan bir şey var ama ne yazacağımı bilmiyorum. Hayatımı yazacaktım vazgeçtim,” dedi.

”Bir tohumun çiçeğe dönüşmesi için zaman gereklidir. Sen de acele etme ve zamanını bekle,” dedi radyodan gelen ses. Radikal gazetesi arşivindeki yazılarını internetten bulup okumasını söyledi. Daha bir çok konuda konuştular Işık Menderes’ le. Soracağı daha bir çok sorusu vardı Maviş’ in ama programın saati dolmuştu.

Bu konuşma bir çok şeyin anlamını değiştirmişti. Işık Menderes’ in söyledikleri kadar yazıları da onda farkındalıklar kazandırmaya başlamıştı. Kötü olmaktan vazgeçmiş ve bilmeden yaptığı bir çok iyi şeyi iyi ki yapmışım demeye başlamıştı. Ölümün bile anlamı değişmiş, annesinin sadece bedeninin öldüğünü ruhunun ise dünya değiştirdiğinin bilincine varmıştı.

Bir hafta sonra yine radyoya konuk oldu Işık Menderes ve yine katıldı Maviş. Yine çok güzel ve farkındalık dolu bir konuşma yaptılar. Bu programdan sonra bütün bildikleri sıfırlanıyor ve yerine yenileri konuyordu artık.

Hızlı ama zor bir süreç başlamıştı. Altından yalnız kalkabilecek miydi ki?

‘İçindeki ses seni yönlendirecek,” demişti Işık Menderes. Aldığı her yeni bilgiyi sorguluyordu. İçindeki sesten onay gelinceye kadar yeni bilgi eskisiyle savaşıyordu sanki. Dua etmeye başlamıştı yine Tanrı’ya ”Benim gibi düşünen en azından bir arkadaşım olsa ve onunla bu konularda bir şeyler paylaşabilsem” diye.

Radyo dinlediği bir gün Ayşe Özgün’ün konuğu olmuştu sevgili Nil Gün. Işık Menderes’ le aynı konulardan bahsediyordu üstelik. Çok uğraştı ama yoğunluktan dolayı bağlanamadı bir türlü telefona.

Programı can kulağıyla dinledi… Kendi öğrendiklerini söylenenlerle pekiştirdi. Rahatlıyordu öğrendiği bir bilgiyi bir başkasından da ikinci kez duyduğunda. Daha bir emin oluyordu sanki.

Sevgili Nil Gün’ün bazı kitaplarını severek okumuştu. Düşünce gücü ve NLP ilgisini çeken bir konuydu ama bunun Tanrı’ y la bir bağını kuramamıştı o zamanlar.

Nil Gün, program bitiminde www.kuraldışı.com adlı internet sitesi adresini vermişti. Hemen açtı. İstediği olmuştu.

Kendisi gibi düşünen ve inanan insanların bulunduğu, bilginin paylaşıldığı içten samimi bir siteydi.

”Beni duyuyorsun, seviyorsun, istediğimi veriyorsun artık,” diye şükretti Tanrı’ a.

Günler artık Kuraldışı ile başlıyor ve Kuraldışı ile bitiyordu. Yorum da yazıyordu bazı yazılara.

Kuraldışı’nda bir yazı gördü bir gün. Genç kalemlere bir çağrı vardı. ”Yazdıklarınızı paylaşın,” diyordu sevgili Dilek.

Bir kaç gün Işık Menderes’in söylediği sözü düşündü. ”Tohumun çiçeğe dönüşmesini bekle,” demişti. Ya zamanı değilse diye yazamadı bir süre. Ama denemeye karar verdi. Zamanı değilse yayınlamazlardı ve anlamış olurdu böylece.

Bedeni kafesteydi ama artık ruhunu müthiş özgür hissediyordu. Gerçek özgürlük buydu. Bunu yazdı önce. Ve bu ilk yazısı sevgili Nil Gün’ün yazısının altında yayınlandı.

Bu inanılacak gibi değildi. Kimseyle paylaşamadı bu sevincini. Gizli gizli yazıyordu çünkü. İçinden geldikçe de yazdı. Daha çok okumak ve daha çok yazmak istedi.

Bilgisayar başında geçirdiği zamanların çokluğu dikkat çekti ve yanlış yorumlandı. Söylemek zorunda kaldı yazı yazdığını. Zaman geldi okuması, zaman geldi yazması sorun yarattı.

Sen gittikçe gelişiyorsun ben sana yetişemiyorum. Sen gelişmeyi bırak ki aradaki mesafe kapansın,” denildi.

Bıraksa da mesafenin kapanmasına imkan yoktu. İstese de bırakamazdı artık.

Yine tercihe zorlandı…

Ama bu kez geçmişten aldığı dersi unutmadı. İşini –cennetini– bırakmıştı ama yine de evliliğini kurtaramamıştı. Tanrı ona cenneti tekrar vermişti.

Bu kez kendini -cennetini- kurtarmayı seçti.

Çünkü biliyordu ki canını da verse evliliğini kurtaramazdı.

Yarattığı büyük ya da küçük bütün mutluluklar elinden alınıyor ve tercihe zorlanıyordu.

Artık yeter, dedi. Bütün hayalleri yine askıda kalmıştı. Ama sonunda Tanrı’ yı bulmuştu ve bu Maviş’ in yirmi yılına mal olmuştu.

Artık şunu da çok iyi biliyordu. Hayaller hiç kimsenin sırtına yüklenmemeliydi. Kendi hayallerinin ve hayatının sorumlusuydu.

Yaptıklarının da yapamadıklarının da sorumlusu kendisiydi. Yaptıklarına şükredip yapamadıkları için kolları sıvama ve hayatın yakasına kendisi için asılma vakti gelmişti.

Işık Menderes ‘ in ilk programda söylediği söz onun bütün gücünü ayaklandırıyordu. ”Tanrım, hiç bir şey beni korkutamaz. Hayatımın rehberi sensin.”

Hayatının rehberi hep onunlaydı aslında. Kendini bildi bileli hep onu uyarmıştı. Ama o hep tersini yapmıştı.

Tanrı onu ne kadar çok seviyordu. Hep doğruyu göstermişti. Ama yanlışı yapan kendisiydi.

Suçlamalar da sona ermişti. İlk evliliğini annesinin baskısı yüzünden yaptığını düşünür ve onu suçlardı. Bu suçlama egosunu tatmin etmezse Tanrı’yı suçlardı ve rahatlardı.

Oysa ki O hep yanındaydı ve doğruyu göstermişti. ”Üniversite sınavının ikinci aşamasında hiçbir soru yapma,” demişti ilk evleneceği kahramanı ona, ”Nasıl olsa sonra ben seni okutacağım.” .

Sınava gideceği gün gazetede bir yazı vardı. Yazıda ilk kahramanı tarif ediliyordu ve ”Bu huylara sahipse sevdiğiniz erkek evlenmekten vazgeçin,” deniliyordu. Tüyleri diken diken olmuştu ve bırakmıştı gazeteyi hemen elinden. Görmezden gelmişti. Bu Tanrı’nın rehberliği değil miydi işte?.. Ama bile bile dinlememişti. Bunun gibi daha bir çok şeyin farkındaydı artık.

Kitaplığı olmamıştı henüz. Kitabını da yazamamıştı. Ama kendisi bir kitaba dönüşmüştü. Bilginin en doyurucusunu veren ve en önce okunması gereken kitap oydu.

Satır satır kendisini okumak istiyordu artık. Satır satır okuyup kendi yolunda yürümek istiyordu. Bu hiç zor değildi. Zor olan başkasının yolunda başkasının inançlarıyla yürümekti.

Maviş artık kendi evinde. Kitaplığını koyacağı duvarı belirledi. Çizimini de kendisi yaptı ve Tanrı’ya bildirdi. Biliyor ki zamanı geldiğinde olacak. Hem de kendi hayalini kendisi gerçekleştirmiş olacak.

Önce kendini okuyacak. Hem de adamakıllı. Sonra da kitabını yazacak. Biliyor ki bunlar olacak. Ne istedi de olmadı ki. İyi ya da kötü olanlar hep onun istedikleriydi.

Tanrı’yı aramasına sebep olan, bulmasına sebep olan, iyi veya kötü, bütün şartları yaratanlara teşekkür ediyor ve iyi ki vardınız diyor.

Aziz Nesin’e teşekkür ediyor. Onu tam olarak anlamasa da kafasında yerleşmiş olan ak sakallı dede formunun Tanrı olmadığını anlamasına sebep olduğu için.

Tam kötülüğe teslim olacağı sırada Tanrı’nın kullandığı yüce insanların, -Sevgili Ayşe Özgün’ün, sevgili Işık Menderes’in, sevgili Nil Gün’ün- önlerinde saygıyla eğiliyor.

 ”Siz bilmesenizde çok şey yaptınız. Benim için çok önemlisiniz,” diyor.

Tanrı’ya onu bulmasını, bilmesini, duymasını, hissetmesini istediği için ve bunu sağladığı için minnettar.

Bu yazıyı okuyanlara da:

”Hayallerinizi kimsenin sırtına yüklemeyin. Evlilikler hayallerin gerçekleşmesine açılan bir kapı değil. Hayallerinizi sadece ve sadece siz gerçekleştirebilirsiniz. Kocanız ya da karınız bile olsa; el elin eşeğini türkü söyleyerek arıyor çünkü,” diyor.

Share This