Yıllarca, önceden belirlenmiş bir kader ile doğduğumuza ve yaşamımızı bu kader ile, istesek te istemesek de sürdürmek zorunda olduğumuza inandırıldık.

Buna bazen ‘kader’ bazen de ‘alın yazısı’ dedik.

Onunla, başımız her derde girdiğinde tekrar tekrar tanıştık… Bunu bize doğalmış gibi yaşatan, ‘inancımızdı”.
 
Her seferinde ‘kader’ dedik geçtik…

Geçtik geçmesine de, zihnimizde cirit atan bir sürü sorunun karşısında aciz kaldık….

Nasıl oluyordu da, Tanrı hepimizi eşit severken, her birimizi farklı kaderlerle bu dünyaya gönderiyordu ve neden aynı anne-babadan olan 2 ayrı çocuk birbirinden farklı davranışlar (kaderler) sergiliyordu…

Zihinlerimiz bu ve buna benzer bir sürü soru ile bulanmaya devam ederken…

Kimimiz sorgulamaktan korktuk ve zamanında içimize ekilen inancımızı olduğu gibi kabullendik. Kimimiz kaçtık. Kimimiz de reenkarnasyona sığındık !.. Yine ‘inanç’ iş başındaydı !
 
Zaten içimize ekilmiş olan kader inancının bir gelişmiş versiyonu olan reenkarnasyon, içimize adeta su serpti.

Öyle ya ! Bu kötü kaderi hak edecek bir şeyleri, bu yaşamda olmasa da evvelki yaşamlarımızdan birinde yapmış olmalıydık ve şimdi ödeşme zamanı idi !

Ya da, bu yaşamda çektiğimiz acılar, bir sonraki yaşamda mutluluk ile ödüllendirilecekti. O zaman bu acıları şimdi seve seve çekebilirdik !
Oh be ! Nihayet cevapsız soru kalmamıştı!.. Bu duyguyu bize yaşatan, gene ”inancımızdı”.
 
Oysa yine bir kader inancı tuzağına düşmüştük !

Tek farkı, bu seferkinin, evvelkinin daha da gelişmiş versiyonu olması idi !
 
Sonraları ise bu inancı da sarsacak yeni yeni bilgilere ulaştık.

Örneğin ana rahminde geçirdiğimiz 9 ay boyunca, ilk kader kodlamalarımızın, anne-baba (çevre) tarafından yapıldığını duyar olduk…
Akabinde, Değerlilik ve Yeterlilik kavramları ile tanıştık ve ne anlama geldiklerini, hangi kodlamalara nasıl ve ne zaman sebep verdiklerini öğrendik.

O güne kadar, bütün bu kodlamaların, bilinçaltını kasetlerle doldurduğundan ve bu kasetlerin hayatımızı cehenneme çevirdiğinden habersizdik !

Düşünsenize… Daha ana rahmindeyken çevresel faktörlerin bizde oluşturduğu ‘inanç’lara göre kodlanmaya başlıyorduk.

Yani daha doğmadan ‘inanç’ ile tanışıyorduk !
 
Bu yeni bilgilerden sonra zihnimizde yine bir sürü soru dolaşmaya başladı. Ben kendi adıma, daha detaylı ve daha aydınlatıcı bilgi edinmek istiyordum.

Bu içerikte olduğunu tahmin ettiğim bazı kitapları karıştırırken, çekim yasası iş başına geçti ve Dr.Bruce H. Lipton’un yazmış olduğu ‘İnancın Biyolojisi’ adlı kitabı kendime çektim… Kitap kesinlikle bir bestseller niteliğinde…

Kitapta yer alan bir bilgiye göre, anne-baba arasında yaşanan bir kavganın yarattığı öfke nöbeti esnasında, ana rahminde olan bebek, bu duruma ‘sıçrayarak’ tepki veriyordu. Bu beni çok etkiledi… Kulağa çok acımasızca geliyordu…

Korumasız bir bebek, daha doğmadan, şiddet ve öfke ile tanışıyordu.
Bu ve buna benzer daha nice bilgiyi bu kitapta okurken, birden öfke duydum…

Evren-Doğa-Tanrı veya adını siz koyun, nasıl oluyor da bu kadar acımasız olabiliyordu ?

Savunmasız bir bebek hangi amaç uğruna bu kadar etkilenmek zorundaydı?

Kitabın ilerleyen sayfalarına geldiğimde yazar bunu şöyle cevaplıyordu:
‘Doğacak olan bebek, yaşamını o anne-baba ile geçireceğinden, o ortama daha anne karnındayken uyum sağlamaya başlıyordu’.
Yani bu, bebeğin iyiliği içindi!

Doğduktan sonra yaşayacağı yeni ortama uyum sorunu çekmemesi için bu gerekliydi.

Benim büyük haksızlık olarak algıladığım şey, doğanın bizlere sunduğu bir armağan idi sadece !

İşte o an bir kez daha o müthiş Bütün’ün gücüne hayran kaldım.
 
İşte inanç kalıplarımız, bebeğin ‘sıçrama’ örneğinde olduğu gibi, ana rahminden itibaren, tek tek oluşmaya başlıyor. (Hatta Dr.Lipton’a göre, bu kalıpların oluşması daha da önce başlıyor.)

Bebek şiddet dolu bir ortama geleceğine inanarak doğuyor ve bilinç altında ilk davranış (kader) kaseti oluşuyor.

O ortama uyum sağlamak için stresli bir bebek doğuyor ve o da aynı anne-babası gibi hırçın davranışlar sergilemeye başlıyor.

Bunu ona yaptıran ‘inancından’ başkası değil!

Ve bu inançları oluşturanlar, önde anne-babamız olmak üzere, tüm çevre!

Bugüne kadar bizlere anlatıldığı gibi ‘Yaradan’ değil…
 
Bebek büyüyene kadar daha nice kader kaseti oluşuyor ve o hep kaderini yaşamak zorunda olduğuna ‘inanıyor’. Boyun eğiyor…Kendinden başka herkesi suçluyor… Çareyi hep dışarıda bir yerlerde arıyor.

Kaderin değiştirilebilir bir inanç olduğunu ve bunu değiştirecek gücün kendisinde olduğunun farkında olmadan….
 
Peki Dr.Lipton’un da dediği gibi, bize şu anki kaderimizi yaşatan inançlarımız ise, o zaman neden inançlarımızı değiştiremeyelim ?

İnancın gücü bu kadar yüksek ise, bunu neden avantaj olacak şekilde kullanmayalım?

Neden kendimizi yeniden programlamayalım, yeni kasetler oluşturmayalım ?
 
Evet, bu kitap bana, kadere ait tüm ‘inançlarımı’ sorgulattı.
Kaderin değiştirilebilir bir şey olduğunu öğretti !
İnanç’lar her zaman çok güçlü olduklarından, değişiklik yapmak da bugünden yarına olmayacaktır.

Ama gerçekten istersek, yapabileceğimizi biliyoruz !
 
Kim bilir, daha bilmediğimiz ve öğreneceğimiz neler var… Sabırsızlıkla bekleyeceğim !
 
 

Share This