İşte yine bir sabah. Yeni bir gün daha. Kadim dostum kalkma vaktin geldi diye duyuruyor sesini. Hem de ne duyurmak! Az eziyet çekmedi elimden, az fırlatmadım onu öteye. Ama yok dost dedim ya hakkını veriyor; 06.00’ı gösteriyor yine. Şu kışları hava epey de karanlık oluyor. Yataktan çıkası gelmiyor insanın. Sis çökmüş şehre. Kuş sesleri duyuluyor dışarıdan. Hiç yorulmaz mı bunlar cikciklemekten? Halbuki uyumak dururken! Araba gürültüsü başladı işte yavaştan. Hanımın homurtusu da öte yandan. Yanı başımdaki uyku hali, oooh ne rahat, ne içli… Kim bilir ne görüyor rüyasında? Uyu, uyu, günün en zor anını, kalkma anını, atlat öyle sıcacık.
Bekliyordur beni şimdi şoför dışarıda. Bugün pek bir tuhafım: “Gelmeyeceğim işe, yatakta kalacağım, hem de gözlerimi tavana dikip, bir nokta seçip, öylece hiç kıpırdamadan dalacağım” demek geliyor içimden. Hatta çıkıp, şoföre “Sen de git evine, bugün bendensin” demek.
“Eee, yeter artık sızlanma” diyor çoraplarım yerden. “Kalk, kalk da hanım kızmadan al götür beni banyoya. Bi yüzünü yıka, bi kendine gel. Ne de olsa doğdu gün, doğdu aynı yerden, kaçılamaz keşmekeşten.”
“Haklısın” diyorum, kayıyorum adeta yataktan. Aynayla göz göze geliyoruz “Cık cık, şu haline bak” diyor. “Ne zamandır yüz yüze gelmemiştik, fark etmiyorum sanma, kaçıyorsun benden. Bir bak bakalım bana, gözaltındaki halkalar da neyin nesi öyle?” diye soruyor.
“Dündendir onlar” diyorum. “Gece geç geldim ya eve, tüm gün şirkette çalıştım ya ondandır.” Ah bir de çıkabilseydim işin içinden! Saate bakmayı bile unutmuşum. Hanımın telefonuyla gördüm, gün gündüzden dönmüş geceye. Sokaktaki sesler değişmiş, çocuk sesleri sarhoş seslerine dönüşmüş. Allahtan şoför bekliyordu da beni, eve dönüşüm zor olmadı. A, şoför demişken çok beklettim adamcağızı yine, oyalanmayayım.
Giyiniyorum. Hızla atıyorum kendimi sokağa. Şoför beni bekliyor aynı yerinde. Yahu adam! bir gün olsun başka köşe seç. Bir gün olsun içme şu zıkkımı sabah sabah. Biniyoruz arabaya. Tek kelime yok aramızda günaydından başka. Ben arkadaki koltukta yerimi alıyorum. Gazetelerim de hazır. Bugün içimden gelmiyor okumak hiçbirini. Gazeteler de reddediyor elimde yerini bulmayı. “Bir kez olsun şu perdeyi aç da bak şu güzelim manzaraya”diye sitem ediyor içlerinden biri.
“Aman sanki ne görecekmişim” diyorum.
“Ne mi!” diyor gazete. “İçimdekileri. Günü göreceksin be adam kaçırdığın günlerden yalnızca birini, en azından sabahı!” Yüzüm kızarıyor birden.
Şoförün dikkatinden kaçmıyor bu. Aynadan bakıyor bana -bakıyor da bakmıyormuş gibi. Vay be bizim şoför de epey yaşlanmış, bendeki halkalardan onda da var, uzun zaman olmuş bakıp da görmeyeli onu. Eh, az değil yirmi yıllık şoförüm, geldiğinde daha yirmilerindeydi, delikanlıydı. Yirmi yıl mı? Vay be tam yirmi yıl! Aynı şoförle aynı yolu gidip geliyorum demek!
Yaklaştık işte binaya. Nostaljinin sırası değil. Bugün önemli bir gün şirkette. Bir dizi toplantı, bir dizi alınacak karar bekler beni. Arabanın motoru duruyor. Kapı hızla açılıyor oyalanma dercesine. Oyalanmamak! Ya da oyalanmak mı aslında? Kim bilir?
Gaye Tümer Önsel