Aslında her şey bir anda olmuştu. Ne zaman eşi o koltuğun en uzak köşesinde hiç olmadığı kadar küçülmüş, cenin pozisyonunda kıvrılmıştı bilmiyordu. O basit tartışma nasıl olmuştu da hışımla elini havayı yararcasına kaldırmasına sebep olmuştu gerçekten bilmiyordu. Yüzündeki her bir kas parçası nasıl bu denli öfkeyle titreyebilirdi yine bilmiyordu. BİLMİYORDU. O ana kadar olan her şey sanki tek bir saniyede olmuştu. Şimdi yaşanacaklarsa yine tek bir saniyede olacaktı ancak sanki hayatın o olasılıklar zinciri araya bir es verme ihtiyacı hissetmişti.
Kadın da bilmiyordu. Nasıl olmuştu da kendisini bu denli çaresiz korkuyla kanepeye atmıştı. Bir eşine bakıyordu. Bir de kararlılıkta havada asılı duran ele. Eğer ki o el vücudunun herhangi bir yerine çarparsa içinden yeminler ediyordu ki eşi bir daha saçının telini göremezdi. Gözlerindeki korku bir an söndü ve gözleri cesaretle ve derin bir öfkeyle parladı. Belki salisenin onda biri kadar bir süredeydi. Erkek bunu fark etmedi bile. Hatta kadın da fark etmedi. Nereye gidebilirdi ki? Yaşam mücadelesini tek başına sürdürmekten acizdi. Hep öyle olmuştu.
Aslında her şey basit bir şeyden patlak vermişti: Turşu. Yemekte kuru fasulye varsa erkek eve gelirken turşu almalıydı. Kadının turşu için sitemi konuyu kayınvalidelere, çocukların terbiyesizliğine, erkeğin etrafındaki kadınlara, kadının bacaklarına bakan adamlara, erkeğin vurdumduymazlığına, kadının gece tutan “baş ağrılarına” ve en sonunda erkeğin güçsüzlüğüne getirmişti. Güçsüzlük! Kimse erkeğe güçsüz diyemezdi! Kadın görürdü şimdi kim güçsüz kim değil! İşte erkeğin eli o anda havaya kalkmıştı. Sonu belli bir kalkıştı. Havanın bile canı acımıştı. Kim bilir el tüm “gücüyle” kadının yanağına ulaştığında yanağın canı ne kadar acıyacaktı.
Ancak evrenin bu an için verdiği es sırasında erkeğin eli havada asılı kaldı. Kesinlikle hareket ettiremiyordu. Sanki iki tane gümüş ip vardı: bir tanesi erkeğin elini önünden diğeri ise arkasından çekiyordu. Elini önünden çeken ipin öbür ucunda taşınan anılar çok ağırdı. Erkeğin gözünün önünden bir bir geçmeye başladılar: Babasının annesine misafirlerin önünde fırlattığı rakı bardağı, kız kardeşini babasının iş ortağı sokağın tenha bir köşesinde sıkıştırdığında elinden bir şey gelmeyişi, babasının sokağın köşesinde olayı izlerken ki çaresizliği, ilkokula ilk başladığı gün altına çişini yaptığı için beşinci sınıflardan yediği dayak, sabah onu öperek uyandıran annesinin yanağındaki morluk, en yakın dostu köpeği Misket’i tekmeleyerek öldüren abisi, kız kardeşinin zorla evlendirilişi, hocalarının okuldaki hakaretleri, patronundan her gün herkesin içinde işittiği küfürler ve daha niceleri… El gittikçe kadının yanağına doğru yaklaşıyordu. El gücünü sadece kadına değil babasına, kız kardeşini taciz eden adama, hocalarına, patronuna ve abisine gösterecekti. Ancak sonra el yine durdu çünkü elin ivmeli öne çekişini yavaşlatan başka bir güç daha ortaya çıktı. Eli arkadan çeken gümüş ip de boş durmuyordu: annesinin geceler boyu başucu kenarına bıraktığı ballı sütün tadı, annesinin gece yatmadan önce öptüğü yanağında kalan dudağının yumuşak hissi, kız kardeşinin okuldan sonra eve geldiğinde ona sımsıkı sarılışı, okula giderken günaydın dediği mahallenin Raziye teyzenin verdiği limon şekerinin tadı, ilkokul öğretmeninin “aferin” deyişindeki yumuşaklık, babasının nadiren de olsa gülümseyişi, dayısının omzunda taşıyarak götürdüğü 23 Nisan kutlamalarında hissettiği coşku, arkadaşlarının onu mahalle maçına çıkmadan önce omzuna vurarak yüreklendirişleri, eşinin eve geldiğinde bazen yorgun bazen sinirli ama her zaman sevgiyle sarılışı.
El havada hâlâ asılıydı. Her iki gümüş ip de eşit kuvvetteydi. Tek bir an daha hatırlaması gerekiyordu elin gideceği yöne karar verebilmesi için. Seçeceği bu an ona aitti. Hayatın verdiği bu es anında seçim tamamen erkeğe aitti. Erkek biliyordu ki eğer o tokat inerse tek bir kez kadının yanağına ikincisi, üçüncüsü hatta hatta dördüncüsü bir öncekinden daha da kolay olacaktı ve bu yangın, bu şiddet böyle sürüp gidecekti. Böylece o da şu anı seçti: “Gece karanlığı. Uyuyor. Annesi başının ucunda burnunu çekiyor. Burnundan çıkan ses onu uyandırıyor. Ne olduğunu bilmiyor. Annesi onu alnından öpüyor. Annesinin gözleri yanağına değiyor. Islaklığı hissediyor. Annesi kafasını kaldırdığında ışık annesinin yanağını aydınlatıyor. O morluğu fark ediyor. Küçücük üşüyen elini yorganın altından çıkartıyor. Elini morluğa değdiriyor. Annesi hafif inliyor. Küçücük parmaklarının yavaş yavaş o morluğun üstünde gezdiriyor. Dayanamıyor. Yorganın altından çıkıyor ve ufacık pembiş dudaklarıyla o morluğa ufak bir öpücük konduruyor.”
Seçtiği bu anın çaresiz güzelliğinin ardından istemsizce gelecekten de bir anı canlandı gözlerinin önünde: “Gece karanlığı. Çocuğunun küçücük parmakları titreyerek annesinin yanağındaki morluk üzerinde geziniyor” Utançla ve pişmanlıkla yandı içi.
Sonunda seçtiği anlara rağmen, o alev alev parlayan utanca ve pişmanlığa rağmen, öndeki gümüş ip kazandı. El havayı hışımla yarmaya devam ederken kadının yanağına kadar geldi. Erkek kadının gözlerine bir daha baktı. Bir saniye önceki korku ve dehşet hâlâ ordaydı. El yanağa ulaştığında kadının gözlerindeki korkunun yerini şaşkınlık ve garip bir huzur aldı. Çünkü el yanağa sertçe çarpmamıştı. El yanağa yumuşakça inmiş ve yanağı şefkatle okşamıştı. Tüm bu geçen iki saniye erkek ve kadının gözlerinden yaş oldu aktı.
Köşemin adı “Benim Umudum Var.” Tıpkı en başta verdiğim söz gibi… Benim umudum var! Her gün yaşanan umutsuzluklara inat… Biliyorum ki umut, ancak kadınlar bizzat erkekleri bu davaya davet ettiği anda herkesin içinde yeşerecek; çünkü şiddetin cinsiyeti, yaşı, ırkı ve türü yok. Bu bir insanlık sınavı. Bence sınavı birleştiğimiz ve tek yürek olduğumuz sürece geçebileceğiz. Şiddeti şiddetle çözmeye çalışmaksa kendi savunduğumuz ahlaki değerleri çökertmek demek… Erkekler kendi inisiyatifiyle bu isyanda en ön safta yürümeyi talep ederken kadınların erkekleri kovması bence hem anlamsal hem de stratejik bir hatadır; çünkü sevgi bilincindeki erkekler şiddet yanlısı erkeklere dertlerini anlatabilirler, hemcinslerini bu anlamda örgütleyebilirler… Kadın erkeği dışlayarak hak ettiği ve layık olduğu toplumsal yere sahip olamayacaktır. Cinsiyeti, ırkı ve yaşı fark etmeden her birey kendisini ne üstte ne altta ama olduğu yerde eşit görmeden bu yangın sönmeyecektir.