Yalın öyküler bizi hayatlarımızı gözden geçirmeye çağırır. Öyle ya da böyle, bunlar herkesin hikâyesidir. İyi bir öykü, sorular sormayı esinlerken bir yandan da cevap aramaya yüreklendirme gücüne sahiptir. Çok iyi bir öykü iliğimize işler ve gerçeği görme cesareti verir. Yeni algı kapıları açabilir. Bu hikâyeler bize bir seçenek sunar: Gerçeğe hodri meydan diyebilir ya da kapıyı kapadığımız gibi bildik yolumuza devam edebiliriz.

Bu kitap gerçeği kendi gözleriyle görmeye hazır olanlar için yazıldı. Neyin gerçek olduğunu sormaya ve bilinmeyen kapılardan geçmeye hazır olanlar için. Hayat sizinle yeni bir söyleşi başlatmaya can atıyor. Kulak vermeye ve değişmeye istekliyseniz yaşamınız dönüşüm geçirebilir.

Biz insanlar bugün olduğumuz gibiyiz; çünkü sinir sistemimiz milyonlarca yıl boyunca ışığa cevap verdi. Beyinlerimiz çapraşık bir hal aldı, yetilerimiz çeşitlenirken toplumlarımız da karmaşıklaştı. Gezegene izimizi bıraktığımız kesin. Yine de, insanlığın evrim süreci boyunca ne sergilemiş olduğumuz sorulsa ne derdik?

Kaygı ve çatışmadan uzak olduğumuzu mu söylerdik? Olabileceğimiz en iyi insanlar haline geleceğimizi nihayet anladığımızı mı? İnançlarımızın bizi korkunç şeyler yapmaya itemeyeceğini söyleyebilmek ne kadar güzel olurdu; zihinlerimizin artık savaşlar açmadığını; insanların artık karşı karşıya gelmeyecek kadar dirayetli olduğunu… Türümüze ilişkin bunları söylemek hoş olurdu ama söyleyemiyoruz -en azından şimdilik.

İdeal bir dünyada insanlar hem kendi çıkarları hem de insanlığın yararına olacak tarzda birbirleriyle iyi geçinir. İdeal bir toplulukta refaha ermek için işbirliği yapar, talihlerini takdir ederler. Hayata değer verir, onları besleyen toprağa bakarlar. Birbirlerini ve herkesi sayarlar.

İdeal bir ailede güven içinde ve kıymeti bilinen çocuklar dünyaya getirilir. Ana babalar öğretmekten heyecan duyan öğretmenler, dikkatli koruyuculardır. Yaşlılar üretmeye devam eder. Gruplar çeşitli topluluklar oluşturur elbette fakat hiçbir topluluk bir diğerini baltalamaz. Birlikte daha büyük topluluklar oluşturur, her bir yurttaşın esenliğine birlikte çalışırlar.

Hayalimizdeki bu dünyada hükümetler varlıklarını sürdürebilir. İdeal bir hükümet ülkeyi saygıyla yönetir. Liderleri basiretli ve ileri görüşlüdür. Olabilecek en iyi meclis, yasama görevini vicdan ve merhametle yerine getirendir. Yasaları açık ve adildir, kurallar da herkes için geçerli olur.

Bu ideal dünyada insanlar kendilerini de adil bir biçimde yönetir. Kendimizi yönetmek ne anlama geliyor? Düşünce ve hareketlerimizden kendimizin sorumlu olduğu anlamına. Körlemesine yaşamayı reddederiz. Yeğlediğimizi değil, tamı tamına mevcut olanı görürüz. Geçmişin şimdiye hükmetmesine izin vermeyiz. Kişisel gerçekliğimizi güzellik ile dengeye duyarlı büyük bir sanatçının gözüyle görürüz.

İdeal bir dünyada kendimizi bir hatadan ötürü durmadan cezalandırmayız. Kendine acımaya gömülmeyiz. Duyguları manipüle etmeyiz. Dedikodu etmez, melodramlar peşinde koşmayız.

İdeal bir dünyada yargılama ya da suçlama isteği duymayız. Suçluluk ve utanca yenilmediğimiz gibi kimseyi de utandırmayız. Diğer bir deyişle nasıl yönetilmeyi istiyorsak kendimizi de öyle yönetiriz: Saygıyla.

Bu ideal dünyaya ilişkin söylenecek daha nice şey var fakat önemli olan o dünyanın neden çoğumuz için var olmadığını düşünmektir. Dünyanın ideal dışavurumuna doğru ilerlemesine yardımcı olmak küçük bir kitap için fazlasıyla büyük bir görev ancak ilk adımları kendi kendimize atabiliriz. İnsan olarak birlikte inşa ettiğimiz her şey bir parça hayal gücüyle başlar. Koşulların trajik kurbanları olduğumuza inanabiliriz ama hayal gücümüzü kullanarak başka bir açıdan yaklaşabilir ve birbirimize ne kadar kaba, insafsızca davrandığımızı da görebiliriz. Bütün düşünce ve yargılarıyla zihin en kötü hasmımız gibi görünebilir fakat onu farklı bir şekilde tasavvur ederek müttefikimiz haline getirebiliriz. Zihinlerimizin işleyiş biçimini değiştirerek dünyamızı değiştirmeye başlayabiliriz.

Hepimizin kendimize itiraf etmeyeceği korkuları var. Bunları nasıl aşacağımızı da bilemeyebiliyoruz. Sevgiye ihtiyacımız var ama bunu hak ettiğimize inanamıyoruz. Kendimizi sevmek istiyor, nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Her birimizin içinde şu ya da bu ölçüde kaos ve kafa karışıklığı hüküm sürüyor. Fikirler kök salarken görüşler gözdağı veriyor. Kendi dramımıza kapılıp gidiyor, bunu çok ciddiye alıyoruz. Gerçeğimizi yansıtmayan roller oynuyoruz.

Neden kendimize bunu yapıyoruz? Cevap, nasıl yapılacağının bize gösterilmiş, bizim de bu konuda ustalaşmış olmamız.

Herkes hakiki, özgün bir varlık olarak dünyaya gelir ancak çok önceden inançların bizim için, bizim adımıza belirlendiği bir dünyada hakikiliğimizi sürdürmek zordur. Bebek ve çocuk olarak bize kim olduğumuz, nasıl davranmamız gerektiği ve algıladıklarımıza nasıl karşılık vereceğimiz söylendi. Aile ve kültürlerin en etkin biçimde işlev görmesi ve çocukların kültürleri içinde yaşamlarını sürdürmesi böyle sağlanır. Fakat bu, bu derslerin hakikatten beslendiği anlamına gelmiyor. Erken dönem eğitimimizin bize kendimizi aldatmayı öğrettiğini söyleyebiliriz. Yalan söylemeyi öğreniyoruz.

Hayat hakikattir ve yalnızca hayat mevcuttur. Gerçeği ifade etmede sözcükleri kullanarak onu kendiliğinden çarpıtıyoruz. Dolayısıyla bir yalan gerçeğin çarpıtılmasından ibarettir. Kötü bir niyet söz konusu olmayabilir fakat yine de kendimize ve birbirimize karşı yalanlara başvurmayı sürdürüyoruz.

Küçük çocukların nasıl en olmadık şeyleri söylediğini biliriz -olmadık çünkü onlar gerçeği yargılamadan, nasıl algılıyorlarsa öylece söyler. Dosdoğru söylenen dürüst içgörüler yetişkin kulaklara hayli irkiltici gelir. Neden? Çoğu kültürde aşikâr bir gerçeği dile getirmek nezaketsizlik olarak görülür. Dürüstlük ve hakikilik kimi zaman çocuksu nitelikler sayılır. Bazen delilik olarak bile görülebilir. Çoğumuz gördüğümüz ve hissettiğimize ilişkin yalan söylemeyi öğrendik. Erişkinliğe ulaştığımızda yalanlarımıza inanmayı bile öğrenmiş olduk.

Yetişirken kararlı, azimli zihinler geliştirsek de zihinler yozlaşabilir. Güçlü görüşler oluştururuz ancak görüşlerimiz gerçeği yansıtmaz. Görüş ve inançların güdümünde olduğunda duygusal karşılıklar yozlaşır. Sevgi gücüyle yaratıldık fakat sevgiyi bile yozlaştırmayı öğreniyoruz.

Yozlaşma kulağa iradi bir suç gibi gelebilir ama insanlar dünyaya yoz niyetlerle gelmiyor. Gerçeğe aç, sevmeye can atarak geliyoruz bu dünyaya. Yozlaşma, inancımızı algıladığımıza değil düşünce ve görüşlere yönelttiğimizde gerçekleşiyor. Bize söylenenin çoğuna inanıyor, bu sırada hayat ile -gerçek ile- bağlantımızı yitiriyoruz. Bize inanmamız öğretilenlerle uyumlu kurallar ve yapılar oluşturuyoruz.

Sevgi, doğal güdülerimizin fikirlerle nasıl zehirlenebildiğinin bir örneğidir. Pek çoğumuza sevginin koşullu olduğu, beraberinde belirli ilişki ve kuralları getirdiği öğretildi. Basitçe ifade edecek olursak sevgi eğer ile yozlaştırıldı.

Eğer her zaman yüksek sesli olmayabilir. Fakat onu sıklıkla, birbirlerine bağlı insanlar arasında bile hissedebiliriz.

  • Seni seveceğim eğer istediğimi yaparsan.
  • Seni seveceğim eğer ne olursa olsun benim yanımda olursan.
  • Seni seveceğim eğer şunu yapar, buna inanırsan.
  • Eğer beni mahcup eder, sürtüşür ya da beni terk edersen… seni artık sevmeyeceğim.

Şaşırtıcı bir şekilde böyle şeyleri tıpkı kendimize söylediğimiz gibi en çok önem verdiklerimize söyleriz. Evet, kendimizi sevmeye koşullar getiririz -çoğunlukla karşılanamayacak kadar katı olur bu koşullar. Gerçek sevgi koşulsuz gelir. Ama çoğumuza sevgiyi sunmak veya karşılamak bu şekilde öğretilmemiştir.

Sevgiyi koşullu bir şey olarak düşünürsek başka, yozlaşmış bir şeye dönüşür. Elbette bu tür bir yozlaşma onarılabilir çünkü zihnin sanal aleminde başlamıştır. Sanal gerçeklik bir yansıma, hakiki olanın bir yorumudur.

Zihin bize dokunup görebildiğimiz her şeyin bir izlenimini verir ama bu bir izlenimdir. Düşünceler maddeden oluşmaz. İnançlar genetik yapımızın bir parçası değildir. Zihin aslında gerçek değildir ve yarattığı fantezi alemi gerçekte var olmaz.

O halde nedir zihin ve ne yapar?

Zihin, beynin algıyı dile dönüştüren bir işlevidir. Gerçekliği tasvir ediş biçimlerimiz kendimize özgüdür. Sizinki size, benimki bana özgü. Fark beynimizin ne şekilde çalıştığına bağlıdır elbette. Aynı zamanda dünyayı ne şekilde algılamayı öğrenmiş olduğumuza.

Güzel bir manzara gördüğümüzde -sıradağlar, yeşil çayırlar, göz alabildiğine uzanıp giden el değmemiş bir doğa parçası- kimimiz cenneti düşünür. Heyecan ve zevk duyarız. Aynı manzarayı gören başkalarının hayalinde aşırı zorluklar ve yalnızlık canlanır, korku duyarlar. Kiminin dinginlik gördüğü yerde başkaları huzursuzluk algılar. Bize korkmamız öğretilmişse olasılıkla korkmaya devam ederiz. Aşina olmadığımız şeylerin tehlikeli olduğunu düşünüyorsak yeni deneyimlerden kaçınırız.

Bize gördüğümüzü yorumlamamız öğretildi. Neye inanacağımız söylendi, biz de bize söylenene inandık. Dünyaya gelişimizden itibaren kişisel ve kamusal ya da toplumsal görüşlerle yönlendiriliyoruz. Gerçeklik, kişisel anlam ve değer verdiğimiz izlenim ve deneyimlerden oluşur. Olaylar sürekli değiştiğinden bu da elbette durmadan değişmektedir. Kişisel gerçeklik algımız görüş ve korkularımızdan etkilenir.

Çoğu inanç korkuyu körükler. Çoğu inanç korkudan etkilenir. Dünyayı öğrendiğimiz şekilde görmede korkunun büyük bir payı vardır. Fiziksel korku doğaldır ve hayatta kalmamız için önemlidir. Usdışı korkunun ise böyle olmadığını akılda bulundurmak önemlidir. Olmayan bir şeyden korkmak usdışıdır. Aslında gerçek bir zarara yol açabilir. Buna rağmen usdışı korkunun gerçekliğimizi biçimlendirmesine izin vermeyi öğrendik. Başkalarının yaptığı gibi duygusal bir biçimde tepki göstermeyi ve sadece hayalimizde olandan korkmayı öğrendik.

Bu tepkilerin kusursuz bir hale gelmesi zaman ve pratik ister. Aile ve içinde yaşadığımız kültürümüzün kurallarını izledik. Ana babamız, öğretmenlerimiz bize insanlar arasında nasıl davranacağımızı gösterdi, biz de bu dersleri yetişkinliğimize taşıdık. Artık nasıl davranmamız gerektiğini kendimize çok benzer bir şekilde söylüyoruz. Toplumun kurallarına uyuyoruz ama çoğu kuralı da kendi yaşamımıza uyarladık. Kendimizi kendi koyduğumuz yasalarla, yargılama ve zihinsel gözdağı vererek yönetiyoruz.

Çocukluğumuzda ailemiz ile içinde bulunduğumuz topluluğumuzun nasıl yönetildiğini gözledik. Okul ve din görevlilerinin, siyasi yöneticilerin yaptıklarını yaptık. Kurallara uymamak genellikle akranlarımız arasında bize duyulan saygıyı kaybetmemize yol açtı. Kimi zaman kayıplar bundan çok daha fazla oldu. Kent ve ülke yöneticilerinin kurallarına boyun eğdik. Bu kuralları çiğnemek daha büyük cezalar ödemek anlamına geliyordu. Tüm bunlar zihnimizin işleme tarzını etkiledi. Kendimizi çekip çevirme tarzımızın hayatta işlerin yürüme tarzını yansıttığını söyleyebiliriz.

Her birimizin içinde küçük bir hükümetin işbaşında olması şaşırtıcı değil. Zihin, kuralları belirleyen hükümettir, beden bu kuralların yolundan gider. Kendi koyduğumuz kuralları çiğnemekten ötürü gerçek cezalar ödemeye hazırız -çoğu zaman bir başkasına da ödetiyoruz. Çoğu hükümet gibi zihin de yasalarını başka bedenlere dayatmaya çalışır.

Zihnin nasıl işlediğinin farkına vardığımızda kendimizi yönetme tarzımızı değiştirebiliriz. Kendi yasalarımızda değişikliğe, tadilata gidebiliriz. Kendimiz için neyi hayal edebilecek durumdaysak onu ortaya çıkarabiliriz. Bedenimizin daha iyi bir bakıcısı haline gelebilir, kendimize daha fazla ifade özgürlüğü tanıyabiliriz. Kendimize verdiğimiz sert cezaları, hak ettiğimiz sevgiyi yaşamamıza engel olan sınırlamaları kaldırabiliriz.

Hepimiz olabileceğimiz en iyi insan olmak istiyoruz. Kişisel evrimimize katkımız olmasını, yaptığımızın yanlış olduğunu bilmeyi ve daha iyisini yapabilmeyi istiyoruz. Gizli sorularımızın yanıtlanmasını ve cevapları hayatımıza nasıl uyarlayabileceğimizi görmek istiyoruz. Neyin gerçek olduğunu ortaya çıkarmak istiyoruz.

Birkaç bilgelik incisi hepimizin işine yarayabilir. Bilgelik hayatla, hakikatle ilişkimizi daha iyi bir hale getirir. Korku ve ortak inançların üstesinden gelmemizi sağlar. Yeni bir kapıdan, ardından bir sonrakinden geçme iradesi verir.

Yolculuk üç temel soru ile başlar:

 

Ben kimim?

Ne gerçek?

Sevgi nedir?

Share This