Adına “aile” denilen ve sanki işyerinden söz eder gibi “kurum” diye bahsedilen aslında bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğim bir yerdeydim.

O ailenin-kurumun(!) içindeki roller ve sorumluluklar nelerdi? Kim anne, kim baba, kim çocuk, kim abla, kim kardeş… Kim, kim, kim, kimdi bunlar? Ve neler yapmalı ya da yapmamalılar?!

Bizdeki karışıktı ve işin içinden çıkamıyordum.

37 yıllık bir geçmişim vardı ve geçmiş, birkaç olayla hemen çözülmüyordu. Bazen bilerek bazen de farkında olmadan derinlere daha derinlere iniyordum. Bir şey beni onun içine çekiyor, indikçe de karanlık çevremi sarıyordu. Çünkü parçaları içimde bir türlü yerine oturtamıyordum.

Ve her şey, hiç bir şey yokmuş gibi görünürken aniden ortaya çıkıyordu.

Gerçekten hiç bir şey yok muydu, onların dediği gibi ben mi olayları büyütüyordum? Yoksa olay büyük müydü? O yüzden mi her önüme çıkan ya da karşılarında durduğum insanlar, “Her şey geride kaldı, sus, geçmişi karıştırma yoluna devam et,”…diyorlardı.

Ve yine aynı şey… Kendimde ve ailemde hem görmek isteyip hem de görmek istemediğim şeyler gittikçe yığılıyor, konuşamadıkça daha da çıkmaza girdiğimi hissediyordum. Sanki her şey normalmiş gibi seyrinde gitmeye başlıyor fakat birden kendimi orada, karanlıkta buluyordum.

O karanlık,  yaşamıma can sıkıntısıyla giriyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum, çünkü buna neyin neden olduğunu tam olarak anlayamıyordum.

Can sıkıntısı birden beni içine alıyor, bir süre sonra da bedensel bir patlama yaşıyordum. Bu patlamaya gelene kadar kendimi, bir karmaşanın içinde buluyordum. Bu karmaşa, parçalanıyormuş gibi hissettirirken aynı zamanda da bir boşluğun içine atıyor gibiydi. Boşluğun içinde ise büyük bir düşüş yaşıyordum!.. Düşüşün ardından, boşluk duygusunun da yarattığı etkiyle o boşlukta sallanıyormuş gibi hissediyordum. Bu sallantıdan dolayı bir şeye tutunma ihtiyacım ortaya çıkıyordu. Karanlığa doğru sürüklendiğimi biliyordum. Ama tutunduğum şeyin ne olduğunu bilmiyordum.

Karanlık ise o en eski olayları, geçmişi yansıttığı için, bulunduğum andan beni uzaklaştırıyor, büyük bir kopuş yaşatarak korkutuyordu. Bu kopuş, içimde kaybolmuşluk duygusu yaratıyor, hem karanlığın hem de kaybolmuşluğun içinde bunları yaşarken kendimi yalnız hissediyordum. Ve bu yalnızlık duygusu beni öfkeyle sarıyor, bunu durduramıyordum.

Can sıkıntısıyla başlayan o şey öfke ve acıyla karışıyordu. Çünkü hem bedensel hem zihinsel hem de ruhsal acı çekiyordum. İşte bu anda, içten dışa doğru dengem bozuluyor, dışarıdan bakıldığında, bedenim de patlıyor gibi görünüyordu.

Bedenim ise önce tansiyonum düşer gibi halsizleşiyor, ağırlaşıyordum. Sonra da nefesim kesiliyor, bir müddet sonra içimde dalga dalga dışarı çıkmaya çalışan bir şey beni zorluyordu. Hem içimden dışarı sesler yükseliyor hem de hıçkıra hıçkıra ağlama nöbetleri geliyordu. Tıpkı yaralı bir hayvanın bağırışı gibi… Ve bu yaşadığım patlamaya, birileri “depresyon ya da sinir krizi” diyordu.

Evet, karanlığı yani depresyonu yıllardır böyle yaşıyordum, her şey iç içe geçmişçesine… Ama bir süredir, bir şeyler değişmişti. Bir yanım dinginliğin içinde ve tüm olanları izliyor diğer yanım ise fokur fokur kaynıyor… Bir yanım kendi dengesini yaşıyor diğer yanım alt üst oluyor… Sanki ruhum ayrı bir yolda, bedenim ve zihnim ayrı bir yolda… Ama hepsi bende, benim içimde…

O kadar çok yaşadım ki bu durumu, yani karanlığı-depresyonu-patlamayı… Artık tekrar ortaya çıktığında hem yukarıdan kendimi izleyebiliyordum hem de karşımdakiler sözlerime şaşırsalar da gülümseyerek, “Ben iyiyim, merak etmeyin… Depresyon benim iyileşme sürecim, sadece bir bardak su verin!“ diyordum. Çünkü ağır gelen yaşanmışlıklarla beden ve zihin böyle patlıyor, ruh ancak böyle dışarı çıkabiliyordu. Ne kadar ürkütücü görünse de…

Uzun zamandır sırtımdaki eski yükler ağır ağır ve teker teker inerken içimde de bir boşluk oluşuyordu. Ama geçmişin karanlığına alışkın olan zihnim, bu boşluktan hiç hoşlanmıyor onu kendi bildiği duyguya, öfkeyle acıya çevirmeye çalışıyordu. Bu öfke ve acı, boşluğun yerini doldurmak ve almak için savaşıyordu.
 
Oysa o boşluk bana, bilmediğim bir rahatlık veriyordu. Karanlık eskisi gibi beni içine çekse de yakaladığım o boşluğu bırakmamaya çalışıyordum bu sefer. Çünkü o rahatlığı kaybetmek istemiyordum ama böyle durumlarda öfke ve acının haricinde, bu boşluğu ne ile dolduracağımı da bilemiyordum. Biliyorsam da henüz farkında değildim.

O dönemler, annemle de aramız çok iyi değildi. Çünkü geçmişte yaşananlar sağlam bir ilişki kurmamızı engelliyordu ama bazen telefonla bazen de kardeşimde, çoğu kez konuşmalar tartışmayla sonuçlansa da ara ara görüşüyorduk. 

Ayrıca ben, geçmişi de kurcalamaya başlamış ve bir gün ona yıllardır soramadığım o soruyu, ilk sorumu sormuştum: “…..Bu kez ben konuşacağım ve diğer evlerimde yaptığın gibi bu evde de bağırıp çağırmayacaksın… Çünkü artık burası benim evim! Sadece cevap istiyorum. Neden? Neden sen 13 yaşında tacize uğramış o küçük kızını, taciz kapısına tekrar geri gönderdin?!!!”

Cevap verememiş, yüzüme bakıp susmuştu ve gözyaşları sessizce akmaya başlamıştı. Bir süre sonra, “Beni evine bunun için mi çağırdın?.. Hiç güzelce oturup konuşamayacak mıyız?.. Ne istiyorsun benden?”… demişti.

Ne olursa olsun onun ağlamasına hiçbir zaman kıyamamıştım. Ve o, yine aynı şeyi, gözyaşlarını akıttı, ben de onu üzdüğüm için sarılmaya çalıştım ama o, “Hem ağlatıyorsun hem de sarılıyorsun…” diyerek beni itti.

Aslında yıllarca sessizliğe gömülen hayatımı artık geri istiyordum. O anneydi ve benden sorumluydu, ben onun çocuğuydum!  Cevapları öğrenmek en doğal hakkımdı ve ondan başka öğreneceğim kimse de yoktu. Amacımın onu üzmek olmadığını söyledim ama yeterli gelmedi ve “yeter artık” deyip ertesi gün gitti.
 
Annemin yıllardır ne yaşadığım hakkında hiçbir fikri yoktu ve yıllarca ondan intikam almaya çalıştığımı düşündü. Oysa ben sadece “neden”leri öğrenmek istiyordum. Tamam, öfkeleniyordum ama onunla başka türlü konuşamıyordum. Çünkü o da öyle konuşuyordu ve o, gecenin karanlığında beni yalnız bırakmıştı!

Kendi geçmişini sürekli yaşayan biri, benim geçmişimdeki payını göremiyor muydu?

Onların başına gelenlerden ben sorumlu değildim ama onlar benim başıma gelenlerden sorumlu değil miydi?… Üstelik en büyük acımasızlığı da onlar yapmışsa!…

O dönemlerde ben kendimi açtıkça onların da bilmediğim yaşamları dile gelmeye başlamıştı ve bu, söylenmese de onların davranış nedenlerini yavaş yavaş ortaya çıkarmıştı.

Cevapların hala havada kaldığı ve parçaları birleştirmeye çalıştığım o günlerde, başka şehirde yaşayan anneme ulaşmak istedim. Çünkü beynimde kendi yaşadıklarımdan dolayı bir şimşek çaktı. Ailedeki “sessizliğin ve susturulmanın” nedenini hala bilmiyordum.

Eksik olan bu parça için bana, “geçmişi bırak” diyen ama hep kendi geçmişinde yaşayan anneme bu soruyu soracaktım. Aklıma gelen ama olmamasını ümit ettiğim bir soruydu bu!.. Çünkü bu ailede bozuk ve ters giden bir şeyler vardı. Tacizci bir baba, çocuğunu yalnız bırakan ve sessizliğe gömen bir anne!

Nasıl oluyordu da yaşanan onca büyük olaylara rağmen bu kadar sessiz kalınıyordu? Ve mağdur olan susturuluyordu? Neden bu ailede, konuşmak yerine bu kadar öfke ve acı hakimdi?

Annem sessizliğini koruyabilirdi ama bu benim yaşadıklarıma sessiz kalmamı gerektirmiyordu. Her şey bir anda yaşanıyordu fakat bir anda düzeltilemiyordu! Hemen telefona koştum….

– Anne sana bir şey soracağım ama nasıl soracağımı bilmiyorum… Sen tacize uğradın mı? Uğradın değil mi?

– Evet ama şimdi bunu nereden çıkardın? Nereden biliyorsun?

– Peki kimin tarafından?

– ….. amcam…

– Kaç yaşındaydın?

– Altı- yedi yaşlarında…

– Peki ne yaptı sana?

– Bacağıma ……..

– Peki kim biliyor?

– Hiç kimse, şu an bir tek sen… Nereden çıktı kızım bu?…

– Yani bu yaşına kadar hiç kimseye bir şey söylemedin mi?…

– Hayır, kime söyleyeyim kızım, hem küçüktüm ne olduğunu bilmiyordum, hem de söylesem bana kim inanacaktı ki? Çocuktum… Annem mi? Babam mı?……… Üzerinden yıllar geçti, sonra da adam öldü gitti. Şimdi bile söylesem ölmüş adamın arkasından bir de iftira atıyor derler!..

– Peki sen yalnız kaldığın dönemlerde onlar, yani ailen senin için bir şey yaptı mı?…

– Annem, zaten sen doğduğunda ölmüştü. Babam kırkı çıkmadan evlendi ve ….. Evet, yaptılar hatırlasana, boşandığımda at o piçlerini, seni zengin bir adamla evlendirelim deyip, ben kabul etmeyince de onlara karşı çıktığım için dövmeye kalktılar…

Annemi dinlerken bir an, yıllar önce söylediği bir sözünü hatırladım:
“ ‘Kızının kaderi annesine çeker’ derler kızım, inşallah kaderiniz bana benzemez…”
  Bunun ne anlama geldiğini o zamanlarki çocuk aklımla bilmiyordum ama şimdi…

O an, -bu cevabı beklememe rağmen- beynim durmuştu. Duymak hoşuma gitmemişti… Karşımda 53 yaşında ama 6-7 yaşlarında, yıllardır sessizliğe gömülen bir çocuk vardı!..

Tacize uğramış yaşlı bir çocuk!..

Hem şaşkınlık içindeydim hem de şokta…

Ben nasıl bir ailenin köklerini taşıyordum? Nasıl bir aileye sahiptim? Kimdi bunlar?

Kendi acım ve öfkem o kadar büyüktü ki yakınımda neler yaşandığı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Evden erken ayrılmam ve uzaklık bu mesafeyi hep korumuştu.Ve bildim bileli annem öfkeli ve mutsuzdu.

O gün, içimde, ölen ve yaşayanlara karşı büyük bir isyan oluştu. O an, annemin gözlerindeki yaşlar, terk edilmişlik, kayıplar, yalnızlık, yaşadığı acılar, sevgisizlik ve öfkesi gözümün önünden geçti.

Yıllara vurduğumda en kötü ihtimalle 1920’li yıllarda başlayan, iç içe geçmiş bir zincir yığınının içinde buluverdim kendimi…

Ama o gün kendimden yola çıkıp, onun yaşadıklarına ulaşmaya çalışırken onun içindeki sessizliği de bozmuştum.

Ta en başından bu güne boynuma takılan o zincir yığınını düşündüm. Onlardan uzakta da olsam o zincir yığınının bir halkasıydım. Tıpkı annem gibi…

Ve yorgundum, hem de çok…

O günlerde yaşadıklarımı bir arkadaşımla paylaştım. Beni dinledikten sonra şu cümleyi söyledi, “Meryem, bazı insanlar karanlığa küfrederler ama ışık yakamazlar! Sen bunu artık yapabiliyorsun ve bunu unutma!” Bu cümleyi o an özümseyememiştim belki ama yine de  öneminin farkındaydım.

Ben, bana göre, yapmam gerekeni yaptığımı düşünüyordum. Herkesin de bunu yapabileceğini… Ama bu yolculukta, arkadaşımın ne demek istediğini daha net anlayacaktım.

Beynim, o kadar yeni ama eski şeylerle dolmuştu ki nefes almak, her şeyden ama her şeyden uzaklaşmak istedim… Tansiyonum mu düşüyor yoksa yine o şey mi?… Böyle durumlarda kendimi göremiyordum…

Şu an tek sevdiğim şey bu, yolculuğa çıkmak…

Sabah erkenden Manisa’ya gitmek için yola çıktım ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Tıpkı benim yaptığım hesapların da birbirini tutmadığı gibi!…
 
Bilet bulamayınca Balıkesir’e yol almaya başladım. Balık/esir… Dokuz numaralı koltuk,  dokuzun bitiş rakamı olduğunu hatırlıyorum ama bitiş mi, bitişe hazırlık mı?

1.GÜN

Yazılar!.. Acaba alnımıza yazılan yazılar mı? Artık onlarla da konuşuyordum!

Koru sitesi: Korumam gereken ne? O kadar savunmasızım ki… 

Yaşanacak çok şey var bu dünyada: Hangi anlamda, dahası da mı var?

Yavaş: Tamam acele etmiyorum.

Hizmetinizdeyiz: Yardım gelecek yani!

Trafik saygı ve sabır demektir: Saygı, her zaman sahip olduğum şey ama sabır?!..

Kent bir yarış pisti değildir: Peki, neden herkes ben, ben, ben diyor?

Yaşam için tatlı şeyler: Çok ihtiyacım var…

Daha çok konfor daha çok rahatlık: Bekliyorum özlemle…

Evergreen- Yaprağını dökmeyen, her dem taze: Yapraklarım taze mi?

İçimde eskiler geçerken Eskişehir’e geldik. Kısa bir moladan sonra muavinden Bursa’dan yani ilk yolculuğumun üzerinden geçeceğimizi öğrendim.

“Güzelim Bursa, öğretmenim Bursa…
Seni tekrar göreceğim için çok heyecanlandım.
O enerjini, tekrar tekrar yine içime çekmek istiyorum.
Yaşadığım her olayda ilk hatırladığımsın!
Şu an öyle çok ihtiyacım var ki sana…
O fısıltıyla büyüyen sesini özledim,
be-lir-siz-li-ğe GÜVENNNN…
BELİRSİZLİĞE GÜVEN!!!”

Bursa’ya gideli tam bir yıl olmuş, zaman ne kadar çabuk geçti. O zamanlar belirsizlikten korkuyordum ama onun bana sunduklarıyla yeni yolculuklara çıkabilme cesaretimi ortaya çıkardı.

Belirsizliğe güvenmenin temelini atan bu şehre, minnet doluyum.

Peki ya şimdi?…

Plansızca bir ayağım oradan geçiyor. Sanki nasıl eskilerin üzerinden tekrar tekrar geçiyorsam yenilerin üzerinden de öyle geçiyordum ama tek bir farkla, acı yoktu!

Yol, yeşilliklerle ve kırmızı gelinciklerle süslenmiş.

Evet, Bursa ben geldim.

Bursa beni bir yazı ile karşıladı. Su tankı!…

Bir bardak suyu başkalarından beklerken artık kendi tankıma mı sahip oldum? Yaşasın… Birden her şeyden sıyrıldım.

“Evet, sen benim su tankımsın! Belirsizliğe güvenmeyi bana hatırlatarak, öğreterek şimdi de bir bardak su yerine bir tank su verdin. Bana YAŞAMın önemli olduğunu ilk sen söyledin. Artık zihnime ve yüreğime söylediklerin iyice yerleşiyor…
‘Bir kapının, yaşam kapısının, daima açık olduğunu asla unutma ve ona güven,’ dedin. Senin kapın içimdeki Tanrının, güvenin, sevginin ve huzurun kapısı… Ve tekrar yaşamın, yaşamanın kapısı!… Bunlara inancım seninle daha da arttı. Sen o kadar özelsin ki… Hayatla dansı hatırlatan ilk yolculuğum, ilk aşkımsın! Tekrar teşekkürler Bursa, teşekkürler Belirsizliğe Güven!

Onun enerjisi beni daha çok yükseklere çıkartıyor çünkü geleceğimdeki yaşamı bilemesem de daha iyi ve güzele inancımı pekiştiriyordu. Temelim sanki gittikçe sağlamlaşacakmış gibi…

Güven ve huzurla gideceğim yolları, yönleri, yaşamları müjdelercesine…

Burada bir şey daha fark ettim. Bir kelime, sadece sıradan bir kelime değildi. Onun alt yazısına baktığımda kelimenin ardındaki cümleler, sözler bir şeyler anlatıyordu. Yani Pepsi, büyük harflerle yazıyor ama altta da şöyle devam ediyor; Keşfet, daha fazlasını iste! Ya da Erikli, Suyun tadı güzel olmalı…

O an zihnimden, “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir!” cümlesi fırladı.

Büyük yazılar göze çarpıyor ama küçük yazılar arada kaynıyor! Bu bana hayatta her şeyin bir anlamı olduğunu haykırıyor.

O an ismimin anlamını merak ettim. Kim, neden, ne zaman, nerede, hangi durumda, ne yaşarken bu ismi koydu?! İsmimi taşıyan neler yaşadı? İsmimi koyan insan ismime anlamlar yükledi mi? Yüklediyse bunlar neydi? Tarihte bu isim önemli mi, önemliyse neden?! Bunlar benim yaşamımı ya da yaşamımdaki kararları etkiliyor mu? Ne kadar dibe düşersem düşeyim bilmediğim her şeyi, adımı da araştıracaktım.

O an anneannem öldükten sonra doğduğumu ve anneannemin adını taşıdığımı, annemin bana hep “annem” ve “ilk göz ağrım” dediğini düşünürken, ne çok Meryemler var dedim. Annesiz kalan anneler… Annesiz kalan evlatlar… Ve annelerin yokluğu… Anneannem de çok öfkeli bir kadınmış, annem gibi, benim gibi… O da evin büyük kızı olan anneme o lafı söylermiş, “Kızım, kaderin inşallah bana benzemez!”

O an içimden annemle konuşuyordum, “Anne, ‘başkaları şunu bunu diyor,’ ya da ‘yapmış’ diyeceğine, sen neden kendi yaşamına bakmıyorsun?!” derken bir kamyonun arkasında, “Hadi be sende” diye bir yazı…

Sürekli her şeyden şikayetçi olan annem, kendi yaşamına -derinlere- bakabilir miydi? Peki, bana yardım edebilir miydi?

Balıkesir’e geldiğimde akşam olmuştu. Kalacağım yere gittim, merkeze çok uzak ama o an başka bir yer bulamadım. Rüyamda, oturduğum evimin duvarlarına dokununca ya da ben hareket ettikçe, koca binanın sallandığını gördüm.

Sabah olmuştu, endişeyle ve kuş sesleriyle uyandım…

Kendi merkezimden de gittikçe uzaklaşıyor muydum?

2. GÜN

Sabah erkenden ana yola çıktım. Bir saate yakın bekledim ama ne servis ne dolmuş ne de otobüs geldi. Hava serin, üşüdüm de. Durağın yakınında benzinlik vardı. Bir an, otostop yapayım deyip, benzin almaya gelen bir beye rica ettim. Merkeze kadar gidecektim…

Arabaya bindiğim anda, öndeki diğer koltuğun yatırıldığını ve orada da birinin yattığını gördüm. Oturmuş bulundum ama kalbim güm güm attı. İri yarı iki insan önde, ben küçücük arkadayım. O kişi, koltuğa oturdu ve kapılar otomatik kilit, iyice tırstım. “Bir dakika, daha yeni patlamadan çıktım daha fazlasını kaldıramam! Bir şey bulmalıyım hem de hemen.”

O an, kimseye güvenebilecek durumda değildim. “Aaa, bir dakika, bir şey unuttum,” dediğimde kilitler açıldı, indim. “Ne oldu?” deyince, “Korktum! “diyerek hızla kaldığım yere doğru koşmaya başladım. Arkamdan sesler yükseldi. “Sen beni ne zannettin, hem arabama geliyorsun hem de böyle davranıyorsun… Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

“Tamam ya kimsin bilmiyorum. Biliyorum hata yaptım, üşümüştüm, araba gelmiyordu ama bir an yaşadıklarım ve birilerinin anlattıkları gözümün önüne geldi. Tamam, iyi biri olabilirsin ama korktum. Bu kadar yani, korktum. KORKTUM!”

Ana yolda korku vardı ve ben güne maratonla başlamıştım.

Nasıl uzaklaştığımı bilmiyorum ama kalacağım yerin girişine geldiğimde derin bir nefes aldım. On dakika sonra da arabasına bindiğim bey içeri girdi ve görevliye, “Bu tarafa az evvel bir bayan koşarak geldi, nereye gitti?”… diye sorarken beni gördü. Neden öyle davrandığımı sordu. Ben de, “Arabada iki kişiydiniz ve sizleri bir an, insan olarak değil de erkek olarak düşündüm. O anda da korktum, ne yapayım? Haklı olabilirsiniz ama tek düşündüğüm, o arabadan inmem gerektiği idi.” Kendiyle ilgili bazı şeyler anlattı ve bana da hak vererek, “Hadi gelin sizi bırakayım, burada epey araba beklersiniz,” dedi.

Oradaki görevli, o beyi eskiden tanıdığını söyleyince arabaya bindim. Tabi arabaya binince aramızda geçen yanlış anlaşılmaya güldük. Her ikimizin de haklı olabileceğini gördük. Ama yine de bu, yolculuklarda ilk ve son kez yapacağım bir davranıştı. Her zaman şanslı olmayabilirim. Ve ne yalan söyleyeyim, o kişinin dönmesine de olayın bu şekilde sonuçlanmasına da çok sevindim.

Belki de her şey hep aynı olmak zorunda değildi!

“Neden bu olayı yaşadım?” diye düşündüm. Evet, kapının kilidi açılmış, içimde var olan “korku” dışarı fırlamıştı…

Çünkü zihnim karmakarışıktı. Bu karışıklık, beni korkunun içine çekmişti. Güven duygum tekrar sarsılmış ve bu da beni tehlikedeymişim gibi hissettirmişti ki öyle de olabilirdi.

Kahvaltıya oturduğumda bir söz beynimde yankılandı. “Korkuya rağmen belirsizliğe güveni yaşadın, yapman gerekeni yaptın!”

Etrafı gezmeye başladım ama Balıkesir küçük bir şehirdi ve merkezinde de gezilecek bir yer yoktu. Sıkıldım… Merkezde(!) kalacak bir yer bulamadım… Hava kapalıydı ve gitme ihtiyacı duydum.

Belki de gerçekten kendi merkezimde değildim! Tekrar mı dağılmıştım?
 
Bir şeyleri beklemek mi yoksa boşluğu yaşamak mı zor? Yoksa her ikisi de mi?… Tek hareketlilik, sabah olan olaydı.

Oturduğum yerde hoşlanmadığım bir müzik… Yemek siparişi verdiğimde ise önüme daha önce pişirilmiş ama sonradan tekrar ısıtılmış bir yemek geldi… Önce yemeye çalıştım ama yeter artık, ısıtılmış yemeğe ihtiyacım yok benim! Şikayetimi yaptım, gözümün içine baka baka önce söylenen yalanı dinledim, sonra ben ısrar edince de özürleri, en sonunda da paramı alıp çıktım. Yani olayı onlara göre büyüttüm!

Acaba yıllardır içimdeki boşluğu, sevdiğimi sandığım ama sevmediğim ya da sevmeye çalıştığım şeylerle mi doldurdum?!

Hayatım boyu farkında olmaksızın ısıtılmış yemeklere mi boyun eğdim?

Birden bunun beni iki türlü, hem duygusal hem de fiziksel yönden etkilediğini fark ettim. Duygusaldı, çünkü hayatımda kimse yoktu ve farklı gibi görünse de seçimlerim benzerdi. Fizikseldi, çünkü o parçalanmış ailenin ve bazı insanların yanında, olayları onlardan daha farklı yaşadığım için bu farklılık onlarla aramızda bir engeldi.

Onlara göre o engel, onlar gibi yaşamadığım içindi. Kendi sessizlikleri yavaş yavaş bozulsa da yine de benim sesimi duymak istemiyorlardı.

Ya onlara onlar gibi davrandığım için ya da onların yapamadıklarını yaptığım için görünmeyen bir el tarafından, çirkin ördek yavrusu gibi itilip duruyordum.

Kendimi yalnız hissettim. Hep böyle miydim? Gerçekten yalnız mıyım, yalnız mıydım?

Birden bu yalnızlık duygusu bana acı verdi…

Evet, ben boşluğu sevmediğim şeylerle de doldurmuştum. Tıpkı az önce yaptığım gibi, hoşlanmadığım bir müziği dinlemeye, ısıtılmış yemekleri yemeye çalışarak!…

Ne çok uygun olmayan seçimim vardı!

Ama hayır, sadece yalnız hissediyordum… Nice değerli, önemli insanlar oldu hayatımda ve çok önemli seçimlerim de!..

Aile yokluğuydu bunu hissettiren ve bu iki uçluydu…

Hem kendi ailemin olmaması hem de benim bir ailemin olmaması…

Çünkü hiçbir zaman onları yanımda hissedememiş ve hiçbir zaman bir aile kurmaya cesaret edememiştim. Ama diğer yandan beni esas rahatsız eden, yalnız olmak değil yalnızlık bırakılmaktı! Tıpkı karanlığın içindeki gibi…

Bu gün her yer kapalı…

Üzerimde bir ağırlık var, uykum varmış gibi… Uyumak ve hiçbir şey düşünmemek… Sadece bunu mu yapsam?..

İlk kez, üç günlük yolculuklarımı ikiye düşürmek istedim. Eli boş dönme hakkımı kullansam?… Böyle bir hakkım yok mu?..

Orada duramadım… Balıkesir’in ilçesi Edremit’e gittiğimde önüme bir yazı çıktı:  BARIŞ HAYALLERDE KALMASIN! Hayallerinizi gerçekleştirin, Hepimiz bir bütünün parçasıyız!

Orada da fazla duramadım. Burhaniye yerine yanlışlıkla Ören’e gittim.  Sanki Balıkesir’de küçük bir fanusa konulup, esir alınmış bir balık gibi sabahtan beri sürekli dönüp duruyor ve hiçbir yere sığamıyordum.

Yorgundum, açtım ve hiç bir şey yapmak istemiyordum. Evime gitmek istiyordum ama tekrar her şeyin karanlıkta olduğunu düşünüyor, gece yola çıkmaktan, gece yolculuğu yapmaktan korkuyordum!

 “Ne arıyorum ben?” dediğim anda anladım ki, insan hayatta bir şeyi ne kadar zorlarsa zorlasın olmuyor! Ne yaparsa yapsın sıkıntıdan, can sıkıntısından kurtulamıyor. Böyle bir süreç mi var, istenmeden de olsa yaşanan? Yoksa can sıkıntısı, bir karar verme süreci mi?

Birden ikinci yolculuğum konuştu: “Her Yolculuk Farklı!”..

Haklısın ama bu farklılık(!) beni zorluyor! Hem de çok… Neye direniyorum bilmiyorum ki…

Belki de yıllardır, artık kendim için verdiğim çabamı, mücadelemi görmem gerekiyordur. Belki de hayatımı, başkalarına yüklediğim anlamlarla ya da onların yaşamlarıyla geçirmemem gerekiyordur. Bu başkaları, benim kendi ailem olsa da…

Gerçi bir ailem var mıydı, bundan emin değildim… Olmayan bir aileye mi yoksa yaşadığım başka bir şeye mi tutunuyordum? Yoksa her ikisi mi?

Üstelik o başkaları(!) beğense de beğenmese de kendi hayatlarını yaşamıyor mu?

Peki ya ben, ben kimin hayat-la-rı-nı  ya-şı-yorum?

Ben Neredeyim?

Kayboldum…

Hep bir şeylerle hayatımı doldurmaya çalışıp, bu boşluğu yaşayamadığım için mi bu kadar sıkılıyordum? Bana bir şeyler ya küçük ya da dar geliyor…

Belki de belirsizliğe güvenmenin  ve her yolculuğun farklı olduğunu görmenin tam zamanı… Ama bu sefer geçmiş için değil gelecek için…

Yıllardır beynim o kadar dolmuştu ki bu duyguyu hiç bu kadar net düşünmemiş ve yaşamamıştım. Yükler indikçe yer açılacak, belki bir yerden başka şeyler de çıkacak… Ama kendi yükümü boşaltırken, başkalarının yükünü almamayı da öğrenmeliydim. Üzerimdeki sorumluluklar neydi?

O an fark ettim ki annemle konuşmalarım beni tekrar aynı yere getirmişti…

Tacize…

Onun için üzülmüştüm ama elimden ne gelebilirdi? Ona yardım edebilir miydim?.. Bir çocuk annesi için savaşabilir miydi? Kiminle savaşacaktı? Ama bir yandan da kendisi aynı olayı yaşadığı halde, neden beni yalnız bıraktı diye düşünmeden edemiyordum. 

Her iki durumda da çıkmazdaydım.

Birden annemin hayatının beni ürküttüğünü anladım. Korktum, ya onun gibiysem ya onun gibi olursam? Ya her şey boşuna ise… Ya karanlıkta onun kadar kalır da çıkamazsam… Yoksa ben annemin kaderini mi yaşıyorum?! Evet, korku buydu… Korkuyordum, hem de çok… Çünkü karşımda bunları yaşayan canlı bir örnek vardı.

Peki, başımıza aynı şey gelmiş olabilir ama yaşadıklarımız aynı mıydı? Aynı duygular yaşansa da aynı hayat yaşanıyor muydu?…

Sorular, sorular, sorular…

Bitmiyor ve tek hissettiğim korku…

Bu benzerlik beni karanlığa doğru itiyor!

Balıkesir’de daha fazla duramadım. Korkmama rağmen ilk kez gece yolculuğu yapacaktım!

Yazılar… Saklı cennet / Dönüşüm/ Yaşamak güzeldir, lütfen emniyet kemerinizi takınız/ Bu kentte keşfedilecek çok şey var/ Taş plak gibi albüm/ Hayat sizin, kontrolü kimin?

Otobüste en ön koltukta yalnızdım, kah yatıyor kah kalkıyordum. Bir ara bazı seslerle uyandım. Kaptan bir yolcuya cevap veriyor, “Kusura bakmayın, ikinci şoförü alacağız çünkü bizi yanlış yerde bekliyormuş. O yüzden şehre (Bursa’ya) girmek zorundayız.”

Neee inanmıyorum!… Normalde şehrin içine girmeden geçen otobüs, bu aksilik(!) yüzünden şehirde bir tur atacaktı!

Saat gecenin biri…  Her yer karanlıktı ama ya bu ışıklar! Evlerin, sokakların lambaları ve yıldızlar… Bursa, belirsizlik, yaşam, karanlıkta parlıyor! Yanan, sönen, göz kırpan ışıklar…

Karanlığın bile kendi ışıltısı varmış! 

Tanrım her zaman gördüğüm şey, şu an neden beni bu kadar şaşırttı ve heyecanlandırdı?!

O sırada bir kamyon geçti ve arkasında bir yazı: VOLKAN!

Sanki o an, o ışıklar, patlayan bir volkandan gökyüzüne ve yeryüzüne saçılmış ışık parçacıkları gibiydi!

Karanlıkta ışıklar arasındaydım.

Şükürler olsun bu aksiliğe şükürler olsun

Eğer gündüz yola çıksaydım asla bunu göremeyecektim! Bu aksilik, o belirsiz karanlığın ışıklarını görmemi sağladı. Oysa yıllardır karanlığı simsiyah olarak düşünürdüm ama bu kez farklıydı hem de çok farklı…

Evet, hiçbir şey göründüğü gibi değildi…

Karanlık aslında yıllardır kendi içindeki ışığı taşıyordu!

Onun siyahlığı, yaşadıklarımdan dolayı beni yanıltmıştı!

Koltukta doğruldum, o sırada muavin uyuduğum sırada yapamadığı ikramı yaptı. Bir kek ve meyve suyu… Heyecan ve coşkuyla ışıkları seyrederken, kekten tam bir dilim ısırmıştım ki otobüsün yan tarafına bir araba yaklaştı ve üstünde kocaman bir yazı. “Şeker Piliç” altında da “Afiyet olsun”

Gülmeye başladım ve kahkaha atmamak için zor tuttum. Bursa, “Karanlığın içindeki ışıkları artık görme zamanı ve bunu anladın, afiyet olsun!” der gibiydi. O anda Balıkesir’de duramama nedenimi anladım çünkü o beni, Bursa’nın karanlığına göndermeye çalışmış.

Teşekkürler Balıkesir, teşekkürler Bursa…

İlerleyen saatte yolcu almak için durduk ve o an arkama baktım. Bir yazı daha… “Zafer Plaza.” Zafer Plaza, bir alışveriş ve yaşam merkeziydi!

3.GÜN

Evet, her şey bu ailede yıllar önce taciz ile başlamıştı… Taciz, tacizin ardından gelen sessizlik, şiddet ve yalnızlıkla…

İnsan kendi geçmişini(!) anlamadan geleceğin yolu açılmıyordu ve bunu, kendi hayatımın haricinde annemin hayatında da görmeye başlamıştım. Ancak olayın başlangıcını bilirsem sona doğru ilerleyebilirdim fakat annemin hayatına öyle dalmıştım ki bu birden kabus gibi üzerime çöktü.

Ondan aldığım cevap, çok eski köklere dönüş yaptırdı. Ve orada dünyaya getirdikleri çocuklara, güya namus bekçiliği yapan ama onların hiçbir sorumluluğunu almayan bir kök gördüm! Kim nereye nasıl gidiyor umursanmamıştı! Ayrıca geride öyle bir kök vardı ki bu kök, bir sonraki bir sonraki nesile zehrini, tacizi, şiddeti akıtmıştı. Kimse durup arkasına, ne yaptığına ve ne yaşadığına bakmamıştı!

Annem, karanlığa tutunmanın en uç noktasıydı…Mutsuzluğunu görebiliyordum ve bu onun yaşam biçimiydi. Kendimi bir an onun hayatıyla da özdeşleştirip, “Şimdi ben ne yapacağım?” diye büyük bir paniğe ve dehşete kapılmıştım. Korkmuştum; annem, annemden önceki yaşam ve sonrası için… Yani bizler için…

Belki başka halkalar da vardı ama halkalardan biri de bendim… İçimde başlayan isyanla, ne yapacağımı bilemediğim anda yine o can sıkıntısı devreye girdi. Ve yine aynı şey olacak endişesi taşıdım! O sırada öfke dalgasının içindeydim ve öfke beni en büyük karanlığın içine, “taciz”e geri çekmişti.

Korkumun açığa çıktığı Balıkesir de beni Bursa’nın karanlığına göndermişti. Fakat bu sırada, elimde küçük bir mumla yavaş yavaş ilerlediğimi unuttum! Eskiyle eskiyi, eski ile yeniyi karıştırdığımın farkında değildim.

Yıllar önce kendi karanlığıma “depresyon” deyip, bunun normal olmadığını söyledikleri ve o da beni tacizin içine çektiği için, her şeyi “kötüymüş” gibi yaşamaya alışmış ve bu yüzden de bazı şeyleri anlayamamış ve görememiştim.

Oysa her şey iki yönlüydü!..

Can sıkıntısıyla başlayan patlamaların içinde, karmaşa, karanlık, parçalanma, boşluk, düşüş ve sallantı, tutunma, kopuş, kaybolmuşluk, yalnızlık, korku, öfke, acı, çığlık vardı. Ve evet, her şey iç içeydi ama aynı zamanda onlar bir bütünün, yani karanlığın, geçmişin, t

Share This