Tam anlamıyla bir karanlıktan aydınlığa çıkış yolculuğuydu bu. Sanki asırlar sürdü.

Yine yeniden, kimbilir kaçıncı kez… Ah bilmem ki daha kaç kez yaşayacağım bu bitmez döngüleri?… Sonu yok gibi… Yürek dayanmıyor bazen… O yürek ki, yanıyor yanıyor kül oluyor da uslanmıyor ve her seferinde yine yanmak üzere kendi küllerinden yeniden doğuyor.

Bilinçli bir seçim, bir karardı benimkisi… Dostlarımdan, sevdiğim insanlardan gelen bütün ‘’Yeni yıla beraber girelim,’’ önerilerini şükran duygularımla reddettim. ‘’Kendimle başbaşa kalmak, tefekküre dalmak, meditasyon yapmak, dua etmek istiyorum bu gece,’’ dedim.

Aslında, severim yıl dönümlerinde dostlarımla, sevdiklerimle beraber olmayı. Yeni bir yıla girerken hep beraber iyi dileklerde bulunmayı…

Ama bu seneki yıldönümünde tek başıma kalmak neredeyse zorunlu bir ihtiyaçtı. Her zamanki olağan içe dönüklüğümün altın vuruşu olacaktı sanki bu.

Öyle de oldu nitekim:)

Benim gibi sürekli kendini sorgulayan, iç benliğiyle sürekli bağlantıda olmaya çalışan, içsel yolculuklarda oldukça deneyimli sayılabilecek biri için bile çok zor bir seçimdi bu… Öyle ya, kendimi bildim bileli yaşadığım her olayın iç katmanlarını çözmeye çalışmıştım. Bu da yetmezmiş gibi Kuraldışı’ndaki eğitimlerin tamamına ‘’bir cengaver gibi’’ katılmış, sevgili Nil, Saim ve diğer katılımcı dostların o ‘’acımasız’’ yönlendirmeleri eşliğinde kendimi lime lime etmiş, yerden yere vurup parçalamıştım da bana mısın dememiştim…

İşte yine esaslı bir kendimle kavga sürecine girmenin ve halının altındaki yeni tozları süpürüp silmenin zamanı gelmişti. Yıl dönümü sadece vesile idi bu iş için.

Ne yapacağımı, neyi sorgulayacağımı bile bilmiyordum tam olarak. Tek bildiğim, dış dünyadaki olayların, dünyanın hallerinin ve kendi özelimde yaşadığım bazı deneyimlerin beni çok bunalttığıydı. Sadece derine inmem gerektiğini hissediyordum ama bunu nasıl yapacağımı bilemiyordum.

Son aylarda deneyimlediğim bazı durumlar beni derin bir hüzne, hatta kederli bir ruh haline sokmuştu. Tamamen çökmememi sağlayan tek şey ise farkındalığımı sürekli uyanık tutmamdı. Ayrıntılarda boğulmak için izin vermiyordum kendime, yoktu zaten böyle bir lüksüm…

En bunaldığım anlarda ise bütünün mükemmelliğini, her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu kendime hatırlatıyor ve o koyu karanlığın beni yutmasına engel oluyordum.

Bu tutum, mutluluğumu korumamı sağlıyordu. Bazen öfkeli, bazen hüzünlü, hatta kederli olsam dahi, mutsuzluk ve ümitsizlik çukuruna düşmüyordum; şükürler olsun ki…

Dedim ya bu hesaplaşma sürecine nasıl başlayacağımı hiç bilemiyordum. Tek bildiğim tek başıma kalmam gerektiğiydi ve onu da yapmıştım ama gerisi hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ne yapmam, nasıl bir düşünce yöntemi izlemem gerektiği kocaman bir soru işaretiydi.

En kolayını ve en iyi bildiğim yolu seçtim sonunda:

Akışa teslim olmaya, ruhumun derinliklerinden ne geliyorsa, ne hissediyorsam sorgusuz sualsiz uymaya karar verdim…

… 

Önce televizyondaki haberleri izlemeye başladım. Tabii ki iyice bunalıma girdim. Zaten dış dünyanın bu halleri değil miydi beni bu kadar karanlığa iten, çaresiz hissettiren….

Kanal kanal dolaşmaya başladım haberlerin ardından. Televizyoncularımız sağolsunlar bunalımda kalmamıza asla izin vermiyorlar. Kan ve vahşet görüntülerinin ardından vur patlasın çal oynasın bir hayat başlıyor ekranlarda. Gelin görün ki neredeyse bütün kanalları esir alan eğlence görüntülerinin hiçbiri de beni sarmıyordu. Eğlenceyi seçmeyen kanalların ağırlığını kaldıracak gücüm de hiç yoktu doğrusu…

Çok sevdiğim, günde birkaç kez, hatta her bunaldığımda dinlediğim bir ilahi var;  televizyonu kapatıp onu açtım…. Durun, sizinle de paylaşayım; çok güzel sözleri var. Hem biraz dinlenmiş de olursunuz. Çünkü, şu anda sonunun nereye varacağını hiç bilmediğim, belki de hayatımın en süzgeçsiz, nerede biteceğini,ne kadar uzayacağını, hatta bitip bitmeyeceğini bilemediğim bir yazı serüvenine başladım… Allah size sabır versin, bana da akıl fikir:)

Güzel Aşık

Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır naçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Demedim mi demedim mi
Gönül sana söylemedim mi
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi…. 

Güfte : Pir Sultan Abdal
Beste: Hüseyin Sebilci
Söyleyen: Sami Özer
Albüm : Senfonik Çağdaş ilahiler

Siz şimdi benim bu ilahiyi dinleyip dinleyip uçtuğumu sanırsanız çok yanılırsınız. Ne uçtum ne de kendi ‘’sıkıcı’’ gerçeğimden koptum.

Beni koparan, -popüler kültürün bütün sadık elemanları gibi- televizyondaki Sezen Aksu konseri oldu.

Özellikle de Dansöz Dünya şarkısı… Fonda kırmızılı bir kadın dans ediyordu. Bir ara kadının yüzünde beliren acı ifadesi müthişti; hala gerçekten gördüm mü o sahneyi, yoksa yüzümdeki kendi acıyı mı kadına yansıttım, bilemiyorum. Sizin anlayacağınız, biraz sürrealist bir boyuta geçtim o an…. Eh, madem şarkılara girdik, o şarkının sözlerini de yazmalıyım size. Hem zaten konumuzla ve içine düştüğüm ruh haliyle de doğrudan ilgisi var.

Dansöz Dünya

Hiç kavga bilmez gülle yaprak
Hiç kıyar mı ağaca toprak
Bu kimin oyunu
İlk kim bozdu sonsuz uyumu
Kıvır kıvır kıvır
Ziller elinde
Kıvır kıvır kıvır
Yangın yerinde
Kıvır kıvır kıvır
Öz paramparça
Kıvır kıvır kıvır
Öz esir teninde
Dön dansöz dünya
Devam et ateş dansına
Yan gamsız dünya
Sığmadın aklıma
Vursun davullar inlesin dünya
Yalnızlığını dinlesin dünya
Kıyamet gündesin dünya

Söz-Müzik: Sezen Aksu

Bu sözleri okuyunca benim toplumsallıştığımı ve bu gezegenin halleri üzerine kafa yorduğumu sanmışsınızdır herhalde… Ama ne gezeeer, Sezen bu, o ses toplumsallık mı bırakır insanda… Sezen’den isterseniz dünyanın en militan, en pragmatist şarkısını dinleyin yine de kendinizi dibine kadar arabesk ve kendi iç dünyanızda bulmanız işten bile değildir. Dünyanın sorunları toplanır toplanır, canınızı acıtan ya da sizin canını acıttığınız bir kişi üzerinde ete kemiğe bürünür. Rakının dibine vurmasanız dahi duygularınızın ve acılarınızın dibine vurmanız kaçınılmazdır.

Benim için de öyle oldu… Dünya çok büyüktü ve ben çok küçücüktüm; üzülmekten başka pek bir şey gelmiyordu elimden. Ama kendi küçük dünyamdaki sorunların kökünü bulursam belki cürmüm kadar yer yakan ateşimin bir faydası olurdu bu gezegene.

İşte bu duygu ve düşünceler içinde serbestçe salınan zihnim döndü dolaştı ve  benim için çok önemli olan eski bir dostuma kilitlendi. Son zamanlarda, -belki de farkında bile olmadan- fena halde incitmişti beni. Daha doğrusu ben incinmiştim.

Farkına vardım ki, son aylardaki oldukça sık hüzne kapılan, hatta sosyal hayattan, dış dünyadan marazi bir şekilde uzaklaşmaya varan ruh halim, bu arkadaşımla yaşadığım problemden, derin hayal kırıklığımdan kaynaklanıyordu… İletişimsizlik, yani söylenememiş sözler, anlaşılamamış, anlatılamamış duygular farkında olmadan bütün hayatımı kilitlemişti. Düğümlenmiştim adeta ve sanki bu düğümü çözemessem bütün hayat akışım tıkanacaktı.

Kazıya kazıya bir türlü yok edemediğim, hayatımın ilk aylarında ve ergenliğimin en önemli dönüm noktalarında yaşadığım travmalarla hücrelerime kazınan değersizlik duygusu ve kaybetme korkusu devredeydi yine.

Duygularımı, düşüncelerimi, incinmişliğimi olduğu gibi dürüstçe aktarırsam kendime hakim olamayıp fazla kırıcı olurum ve onu tamamen kaybederim diye korkuyordum.

Bu düşünceler içindeyken, duyguların krallığına girmeye başlamıştım usul usul. (Sezen faktörünü de unutmayalım lütfen!) Duygularım en arabesk haliyle zihnimin kontrolünü ele almışlardı. Aniden bir öfke dalgasının içinde buldum kendimi. Aylarca susmuş olmanın bedeli, bastırılmış duyguların patlamasıydı bu.

Neyse ki sabaha kadar sürmedi bu hal… Kendime biraz sızlanma, yakınma izni vererek düşünce ve duyguların geçişini izlerken durulmaya başladım yavaş yavaş.

O öfke sarmalını atlatmıştım ama incinmişliğim hala gitmiyordu. Kocaman bir kaya parçası çöreklenmişti sanki içime. İşte o noktada   uzunca bir mektup yazdım ona. Aramızdaki sorundan dolayı kendimi ne kadar kötü hissetiğimi, nasıl incindiğimi kağıda döktüm.

Bu yazdıklarımı ona mutlaka göndermeliydim… Çünkü, eskiden, çok eskiden, on yıl küs kaldığım babama yazdığım -buna benzer bir mektubu- sırf korkularımdan dolayı yollayamamıştım. Ve babam onu bir daha göremeden ölmüştü. Bu yüzden yıllarca kendimi yargılamış, bu yargılamalar sonucunda da bir daha böyle bir mektup yazarsam mutlaka göndereceğime dair yemin etmiştim. (O gün bu gündür hep böyle mektup yazıp yazıp gönderirim:)))) 

Daha mektubu gönderdiğim anda bir hafifleme hissettim. Gece rüyamda, kah dala çıka yüzdüğüm, kah üstünde uçarak süzüldüğüm müthiş berrak bir deniz ve cennet gibi bir vadi gördüm.
(Bu rüyayı, duygularım ve bilinçaltımda önemli bir arındırma çalışması yapmış olduğum şeklinde yorumladım….Ha, bu arada arkadaşım da rüyama girdi ve derdini anlattı bana:) 

Uyandığımda ne incinmişlik ne de kızgınlık duygusu kalmıştı içimde. Bir an, ‘’İnşallah, yazdıklarım ağır gelmemiştir, onu üzmemişimdir,’’diye hafif bir endişe geçti aklımdan ama ‘’Olanda hayır vardır,’’ diyerek teselli ettim kendimi. Niyetimden emindim çünkü; hem onun hem kendimin hem de yıllara dayanan dostluğumuzun hatırına, dürüst, açık ve cesur davranmıştım en azından.

Anlayacağınız, son derece hareketli ve bereketli, sonuna kadar iç hesaplaşmalarla dolu bir yıldönümü oldu benim için. Sabahleyin aynada kendimle karşılaştığımda ne kadar doğru bir seçim yaptığımı daha iyi anladım. Gözlerim ağlamaktan şişmişti ama yüzüme son aylarda hiç olmadığı kadar derin bir huzur ifadesi yerleşmişti. En az on yıl gençleşmiştim sanki:) İçim hiç olmadığı kadar taze bir güçle dolmuştu. Geçmişin tortuları temizlenmişti. İçini aydınlık, güzel ve iyi anılarla doldurmak ümidiyle yeni ve tertemiz bir defter açmıştım.

***

İşte size 2009 hediyesi olarak kendi hallerimden bir hal. Tepe tepe kullanın. Farkındalıklarımın farkındalıklarınıza farkındalık katması umuduyla:)

Share This