Gaye Tümer Önsel
Kasım 2010
2009 Haziran ayı. Yaklaşık üç aydır bulunduğum İngiltere’de yeniden öğrenci olmanın keyfini çıkardığım günlerden biri. Döpiyes yok, topuklu ayakkabı yok, koşturmalı saatler yok, otobüs kuyrukları yok. Sabahları kalkışım bile değişti. Odama giren gün ışığıyla uyanıyorum, sızlanmadan çarçabuk giyiniyorum, sırt çantamı takıp, bisikletimle okul yolunu tutuyorum.
Neredeyse her gün yağmur karşılıyor beni kapıda. Dört beş dakikalık sabırlı bekleyişten sonra yağmur, yerini çim kokusuna bırakıyor. Cambridge, hayatımda bulunduğum en yeşil yer diyebilirim. Şehrin içine kadar uzanan doğa, sakin ve huzurlu yaşamanın nedenlerinden biri bence. Her sabah bisikletimi yirmi, yirmi beş dakikalık mesafeye doğru sürüyorum, içime yeşili ve özgürlüğü çeke çeke. Bundan daha büyük bir haz ne olabilir ki?
Öğleden sonraları derslerim iki gibi bitiyor. Aynı yolu gerisin geri dönüyorum. Kimi zaman ağırdan alıyorum, başka yollar deniyorum, bisikletimi bırakıp çimenlere uzanıyorum. Anlayacağınız öğle güneşinden olabildiğince yararlanmaya çalışıyorum. Şehir merkezine yaklaştıkça kalabalık artıyor. Restoranlardan gelen kokular şehrin en işlek caddesinde birbirine karışıyor, bu caddeden geçmeye bayılıyorum. India shop’ lar, take away’ ciler, China restoranlar, international marketler, kitap kafeler. Her geçişimde sıradan yaşamları ama renkli kişilikleri gözlemliyorum. İnsanların farklılıklarını izlemek bana keyif veriyor.
Sık sık yaptığım bir diğer şey de, cadde boyu gezinmek ve dükkânları keşfetmek. Ne yalan söyleyeyim en çok da birbiri ardına dizilmiş İK ( insan kaynakları) danışmanlık firmaları ilgimi çekiyor. Kilometrelerce uzakta da olsanız, çalışan kimliğinizden öylece sıyrılabileceğinizi düşünmeyin. Eğer işinizi seviyorsanız sizi gölge gibi takip ettiğinden emin olun. Bu durumdan ben de nasibimi alıyorum; birçoğunun Türkiye’de de şubelerinin bulunduğu bu firmalar bende merak uyandırıyor. Acaba içlerindeki dünya nasıl? Camlarında asılı olan ilanlara göz gezdiriyorum. İlginçtir ki pozisyon ücretleri de yazıyor ilan metinlerinde. Ne adil!
Her geliş gidişimde çekici bir güç geliyor içeri girmem için. Okuldan arta kalan zamanımı İK danışmanlık firmasında çalışarak değerlendirebilirim diye düşünüyorum. Nihayetinde iç sesimi dinliyor ve denemeye karar veriyorum. Her danışmanlık firmasından içeri girişimde yeni bir heyecan başlıyor. İngilizlerin bir deyimi var böyle durumlar için, belki bilirsiniz: karnında kelebekler uçmak, diye. Tam da benim durumumu tarif ediyor; heyecan ve merak duygusuyla kalbim dışarı taşacak gibi.
Kapıdan içeri girince danışmanların yaklaşımlarını, diyaloglarını ve ofis ortamını bizzat gözlemleme şansı da buluyorum. Telefon seslerinin ve görüntü kirliliğinin olmadığı, düzenli ve sakin bir hava esiyor her birinde. Genel olarak yaklaşımları ise şöyle: Kapıdan içeri giriyorsunuz, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle İK danışmanlarından biri size doğru yaklaşıyor. Nasıl yardımcı olabileceklerini soruyor. Bir solukta cümlelerimi ardı ardına sıralıyorum. Üç aydır orada bulunduğumu, öğrenci olduğumu, okuldan kalan zamanımı aktif geçirme niyetimi paylaşıyorum. Zaman zaman yaptığım dilbilgisi hatalarına ve duraksamalarıma “Sorun değil, lütfen devam edin” özgüveni vererek karşılık veriliyor. Hemen sonra danışman bana öğrenciler için uygun birkaç işi (ev temizliği, bebek bakıcılığı vs.) öneriyor. Bense istediğim şeyin İK alanındaki deneyimime deneyim katmak olduğunu ve mümkünse orada gönüllü bile olsa çalışabileceğimi söylüyorum. Ancak sonunda aldığım cevaplar benzer oluyor; “gönüllü” adı altında kimsenin çalıştırılmadığı, stajyer alımlarının mevcut olduğu ancak bu alımların da belli zaman ve prosedürlere bağlı olarak gerçekleştiği. Yani alışık olabileceğimiz gibi “Aa, gönüllü mü çalışmaya geldin, hay hay, al sana çekilecek fotokopiler, girilecek datalar, bunlardan başla bakalım” gibi bir karşılama olmuyor anlayacağınız. Giderek umutsuzluğa kapılıyorum…
Ve bir gün, insan kaynakları profesyonelliğinin aslında özünde İNSANA DOKUNMAK olduğunu kanıtlayan biriyle tanışıyorum. Son bir İK danışmanlık firmasına uğruyorum, danışman özgeçmişimi İK Direktörü’ne ileteceğini söylüyor. İşin aslı, bu yaklaşımı mutat bir açıklama olarak alıp, firmadan çıkıp gidiyorum.
Ama hemen ertesi gün benim için tarifi güç olan o deneyimi yaşama fırsatına erişiyorum. Telefon geliyor ve telefondaki ses bir önceki gün özgeçmişimi direktöre vermeyi vadeden danışman. İK Direktörü’nün benimle görüşmek istediğini söylüyor. Çok heyecanlanıyorum. Hemen ertesi günü aramış olmaları da şaşırtıyor beni. Demek burada işler bu kadar hızlı! Telefon direktöre bağlanıyor. Direktör benimle tele-mülakat yapmak istediğini söyleyerek, kariyer beklentimi sorgulayan sorular soruyor. Bense niyetimi anlattıktan hemen sonra diğerlerine benzer açıklamayı bir kez daha dinliyorum. Telefonu kapatırken ısrarcı oluyorum ve kısacık da olsa bana zaman ayırmasının, kendisiyle yüz yüze mülakat yapma şansının beni ne kadar mutlu edeceğini söylüyorum. Telefondaki ses gülümsüyor ve ertesi güne randevu vermeye ikna oluyor.
Ertesi gün verilen saate tam nizam göstererek orada oluyorum. Önce bekleme odasına, ardından görüşme salonuna alınıyorum. Sonunda İnsan Kaynakları Direktörü ile tanışıyorum. Altmış yaşlarında, hoş giyimli, pozitif bir kadın. Sıcak bir yüzle karşılıyor beni. Heyecanımı hafifleten sıcacık bir konuşmaya dalıyoruz. İlgilerimi, hedeflerimi, Türkiye’de çalıştığım kurumda neler yaptığımı soruyor. İnsan kaynakları süreçlerinden konuşuyoruz. Ben de merak ettiklerimi sorma fırsatı buluyorum. Bir saatin sonunda kitabi bilgilerin bile sınırlı kalacağı bir yaşanmışlıkla ayrılıyorum oradan.
Evime giden dar sokağa giriyorum. İçim kıpır kıpır. İŞTE diyor iç sesim, onu diğerlerinden farklı kılan şey, ne sorularının farklılığı ne de kullandığı tekniğin benzersizliği! İK profesyonelinden beklenen duyarlılığı sergilemesi! Ve düşünmeye başlıyorum bizdeki durumu, ister istemez kıyas yapıyorum. Üst düzey bir yöneticiyle kaç kere karşı karşıya gelinebilir acaba? Hele yeni mezunsanız bu zamanı size kaç kişi ayırır?
Ve devam ediyor sorulara iç sesim; iş mülakatlarında ne kadar bilirkişilikten uzak davranıyoruz adaya? Karşımızdakinin duygularına, beklentilerine ne kadar yakın; önyargılarımızdan, zaman kaygımızdan ne kadar uzağız? Yani bu süreçte kâşif miyiz yargıç mı? Tüm bu sorular “bana” ve “biz”e ayna tutma şansı tanıyor.
Ve bir sonraki sokağa giriyorum. Şimdi şehir daha renkli gözümde. Farklılıkları daha net görüyorum. Daha bağışlayıcı, daha önyargısızım. Teşekkür ediyorum bir kez daha meslektaşıma…