Elim ayağım buz kesti. Kalbim hızlandı, korku alt karnımdan tüm bedenimi sardı. Arka arkaya kelimeler yağıyordu zihnimden, düşünceler birbirine karışmaya, birbirini destekleyip birbirini bozmaya başladı. Düşünce hareketi öyle hızlıydı ki yakalayamıyordum çoğunu. Her biri ağır taş parçası, tepemden aşağı yuvarlanıyorlardı. Yoruldum. Zihnimin hareketini izlemeye yorulup yere yığıldığımda duyguların katman katman hisleri belirginleşmeye başladı. Ahhhh, anlatmayacağım sanırım onları size; şu anlık öyle hissediyorum; yazı bana başka bir şey yaptırırsa ona da karşı çıkamam ama… “Ne oldu? Ne yaşadın? Kim ne yaptı sana? Sebebi nedir bu halin…?’ sorularınızı geçiverip devam ediyorum sebebinden ziyade yaşadığım hali anlatmaya. Hisler demiştim değil mi? Hislerin geçişleri arasındaki mesafe saatin tik taklarıyla yarışıyordu sanki mübarek. Enerjim çekilmeye başlamıştı bile his kargaşası içinde savrulurken.
Düşüncelerin, hislerin altından fırlayan fikirler, hikâyeler, geçmişe ait fotoğraflar, sahneler ve hepsinin tekrardan desteklediği aynı düşüncelerin daha da güçlenmiş ve bir şekilde üşüşen bu verilerle kanıtlanmış halleri beni içine çeken deli bir kasırgaydı artık. Kasırgaya direnmek mümkün değildi ve tüm gücümü, kontrolümü kaybedip savrulmaya başlamıştım karanlık içinde. Kollarımdan, bacaklarımdan, boynumdan, belim ve tüm eklemlerimden kıtır kıtır, çatır çutur sesleri duymuştum o an, inanın bana. Bedenime can veren bir sıvının bu ezilme, kırılma esnasından derimden toprağa damlamaya başladığını hissediyordum.
Bir şeyler yapmalıydım da ne? O an yaşadıklarımın bana bir mesajı vardı kesin de ne? Kendimde fark edeceğim bir ezber, koşullanma, karma… Bir ayma fırsatı vardı da ne? İnternetten ünlü astroloji sayfalarına girip, bu aylık genel gökyüzü durumlarına, burçlar üzerindeki gezegen etkilerine baktım. Hiçbir şey anlamadım; varsa da mesajımı alamadım.
Eksiklik, tam-tamam olmamak hissinin üzerine öfke çöreklenmeye başladı. Biraz önce “Yazık Badeciğe!’ diye ellerini vah vahlarla dizine vuran, beli bükük perişan kız, kırmızı saçlı, ağzından-gözlerinden alev fışkırtan ejderha dövmeli kızın Bade tiplemesiyle, elindeki kızgınlık kılıcını havaya kaldırarak, “Gölgelerin gücü adına! Heyt !Savulun ulen! Hepinize kızgınım, yaklaşmayın mahvederim!’ diye çıkışan cevval bir kadına dönüştü. Belli bir süre savurduğum kılıcım elimde yanmaya başlamıştı ve küle dönüştü ağır ağır. Küskünlük, kalp kırgınlığı, hayal kırıklığı, üzüntü, korku, kaybetme ve hiçleşme korkusu gelip oturuverdi göğsümün üzerine. Bir o eksikti ya! Bu geçmişten fırlayan ucu zehirli dikenler hücrelerimin zarını deliverdi. Hücrelerimdeki sıvı dışarı akmaya başladığında, yaşam ışığım da kararmaya başlamıştı.
SAYFA-BOLUMU
Bir şey yapmalıydım. Hemen bu durumdan kurtulmalı, omzumdan toz silkeler gibi elimin tersiyle bu hali savuşturmalıydım. Ağlayacaktım, olmadı. Akşam dersime gitmesem kararı geldi, bilemedim. Mastürbasyon yapsam mı dedim –Öyle hemen vajina ve penise gitmesin aklınız ahali ki o da geçti aklımdan ne yalan söyleyeyim, sizden mi saklayacağım? Çeşit çeşiti var bunun biliyorsunuz. Mesela, aklıma o renkli atkı düştü, gidip alsam belki değişik taytlar da bulurum. Yok, birkaç film izlesem. Yok, yok, içki içsem, ot çeksem, arkadaşlara gitsem, koşsam, şöyle deli gibi bir yoga asana serisini mat üzerinde attırsam ya da biraz anatomi çalışsam; öfff, olmaz ne yapsam?- Olmadı. Yapamadım. Kilitlenip kaldım oracıkta.
Bu kasırga gel gitleri beni yeşil dikdörtgen kilimin ortasına atıverdi. Çaydanlıktan dökülüp çöp kovasının dibini boylayan çay posasından hiç bir farkım yoktu be arkadaş. Kilimin üzerinde kemiklerimden arta kalanlar üst üste yığıldı. Tak tak, birbirine çarpa çarpa koca bir kemik yığınına dönüşmüştüm bile. Dışarıdan araba kornaları; eskicinin çatlak sesi; rüzgârda dalgalanan bayrağın pat pat sesi; turuncu tül perdeden kemiklerim üzerine, ince bir yol izleyerek düşen ışık huzmesi; hüzme içinde uçuşan, dönen toz zerrecikleri; yeşil kilim üzerindeki sarı leke; camdan içeri sızan sigara dumanı korkusu… Pes ettim sevgili okuyucu. Bir şeyler yapma fikrinden vazgeçtim. Zaten becerememiştim de bu halimden kurtulmayı çabalayarak. “Al yahu beni içine; ne istiyorsan yap benimle; ne veriyorsan tamam, ver.” diyerek teslim bayrağını çektim. Kemiklerimi topladım, doldurdum bir çuvala sırtıma alıp, ayaklarımı sürüyerek kendimi yoga matımın üzerine attım. Uzandım, bir battaniye çektim üzerime. Yo uyumadım. Yani hemen. Kenara çekilip izlemeye, dinlemeye başladım. Kemiklerim çuval içerisinde hâlâ takur tukur, huzursuz huzursuz hareket ediyordu. İsyanla, çaresizlikle gelen “teslimiyet” soyundu, çıkardı üzerinden çaresizliği, mecburi teslimiyeti. Bir gönüllülük esansı yayılmaya başlarken, hâlâ kemiklerim sızlıyordu, biliyor musunuz? Sonra mı? Uyuya kalmışım oracıkta. Uyandım, gerindim, esnedim, her uzvum biraz ağrısa da yerindeydiler, içim rahattı. Dünya durmamıştı hayret! Saatler ilerlemiş, akşam olmuş, yaşam devam etmişti yahu. İyi ki kendimi öldürmemişim, demek hayat beni sallamayıp devam edecekmiş, hissiyle göbeğimi kaşıdım. Yok, yok yaşamış olduğum, hani “sebep” olarak düşündüğüm durum var ya, o değişmemişti tabi ki. Üstelik biliyor musunuz şu an tüm bunları yazarken olayı hiç hatırlamıyorum, garip mi sizce? Duygular bu kadar canlı ve detaylıyken, olay… pehhh, hiç de önemi yokmuş ne yaşadığımın. İçimde biraz hüzün vardı. Bir yandan da korkum, öfkem, üzüntüm, kasırgam, kaygılarımla rahat hissediyordum kendimi. Acıkmışım, kalktım, ışıkları yaktım, yüzümü yıkadım, bol salçalı bir makarna yaptım. Bir de çay demledim.
Yazının ana teması, mesajı, dersi mi? Yok, hiç öyle şeyler planlamadım yazarken, yine de sen bilirsin ben orasına karışamam. Sana tutup da “yani neymiş, şuymuş-buymuş, çünküymüş, sebepmiş, sonuçmuş…” lar yazmayacağım. Aman, en iyisi boş ver mesajı da kalk sen de bir çay demle.
Not: Karikatür Umut Sarıkaya