Yağmur dinmiş ve yağmurdan sonra çıkan gökkuşağı gibi kızım kendine has bütün renklerinin güzelliğiyle ve yüzünü bir güneş gibi ışıklandıran gülüşüyle bana doğru el sallayarak geliyordu karşıdan.

Bir ay olmuştu görüşmeyeli ve birbirimizi özlemiştik. Otele doğru yürürken yıllardır içimizde büyüttüğümüz özlemlerin tezahürünün bir parçası olduğunu ikimizde biliyorduk bu buluşmanın.

Babasıyla ayrılmadan önce beraber yaptığımız küçük gezileri ve sadece ikimize ait takılmaları bir süreliğine rafa kaldıran hayat, anlamını ve değerini çoğaltmış olarak bize sunmaya başlamıştı.

Kızımın gözlerine baktığımda yedi-sekiz yaşlarındaki günlerden kalma, çocuksu ve saf neşe dolu o tanıdık ifade sarıp sarmalıyordu beni. Gülüşüyle coşan yüreğimin sular seller gibi gözlerimden akma isteğine engel oluyordum.

Bütün çocukların annelerinin içsel ağlamalarını duydukları gibi, o yine gözlerimden bunu anlıyor ve mutluluktan değil mi anne deyip gözyaşlarıma teslim olmama sebep oluyordu. Otele gidene kadar hiç susmadı, kuşlar gibi neşeyle şakıdı. Ben de onun bu halinin keyfini çıkardım.

Otele yerleştikten sonra önce dizi setini ziyaret ettik. Beni her gördüğü oyuncu ve teknik ekip arkadaşları ile tanıştırıyordu. Annem geldi, annem geldi işte, bak bu annem diye şakıyıp duruyordu.

Birbirimize olan benzerliğimize şaşıyordu hepsi. Hatta biri Bengi’nin annesi değil, Bengi’nin aynısı gelmiş deyip kızımı mest etmişti. Ben de içimden annesi, aynısı, aynasıyım deyip keyiflenmiştim.

Küçüklüğünde fiziksel olarak babasına çok benzerdi ve babasına benzetildiğinde ben anneme benziyorum derdi. Bunu yıllarca söyleye söyleye, isteye isteye başardı ve kendini fiziksel olarak bana benzetti.

Bilinçaltımız bizi ruhsal olarak da hep birbirimize doğru yürümeye zorluyordu zaten. Ben ondaki ben’i, o bendeki onu kabullenemedikçe hayat istediklerimizi vermiyordu bize.

Önce ben uyandım, büyüdüm, ona doğru yürüdüm. Sonra bendeki bu uyanış onun aynısından, aynasından yansımaya başladı. İçinde olan biteni dışına çıkardı ve kendini onaylatıp onaylatıp durdu o gün.

Ama sen babandan da çok şey aldın kızım. Sen ancak o babadan ve bu anneden doğduğunda sen olabilirdin.

Baban çok iyi bir oyuncudur. Ayaküstü yazıp, oynar, güldürür, ağlatır, karşısındakinin nabzına göre doğaçlayıverir. Karşısındakilerden öte kendini bile inandıracak kadar iyi bir oyuncudur.

Seçtiğin meslekte takdir gören doğaçlama yeteneğin babandan aldığın en büyük mirastır. Aranızdaki tek fark senin bu özelliğini doğru yerde kullanmayı seçmiş olmandır.

Yıllarca babandan bana yansıyıp kabullenemediğim ve sonra senden bana yansımaya başlayan affediciliğin ve kin gütmeyişin babandan alıp beni de zenginleştiren en büyük hazinendir.

Yiğidi öldürmeden, yiğit ölmeden beraberce hakkını teslim edelim. Baban iyi ki vardı, geçmişte de bugünde de hayatında ki varlığı olması gereken kadardı. 

Önemli olan senin annen ile babandaki parçalarını alıp kendine, kendi gerçeğine doğru yürümeye, büyümeye başlamandı.

Kısacası kızım, annen de sensin, baban da sen. Yaşam da sana bu gerçeği gösteren sen. Bunu kabullendikçe kendine doğru yürüyüp büyüyecek olanda sen.

Geçtiğimiz doğum gününü kutlarken, o günlerde arkadaşınla paylaştığın evinde, annenden uzak babandan uzak kendi kendini var etme seçimini içimde kutsarken, önce içime sonra hemen oracıkta elime geçen bir kağıt parçasına yazdığım ve sana armağan ettiğim şiirimi, yaşamı alnından öpebilecek kadar büyümeyi seçenlere, yaşamlarını kendi gerçeğinin aynası olarak kabullenip kutsamak için kendilerine yolculuğa çıkanlara da armağan ediyorum.

yaşamı alnından öpebilecek kadar büyü…

bir sevgilidir yaşam,
ayağı yer,
alnı gök…

bir düştür,
yaşam kadar büyüyebilmek,
sevgilinin ayağı altında ezilmeden,
alnından öpebilmek…

yaşamı alnından öpebilecek kadar büyü…

acılarla tatlılarla büyü,
acılar da tatlılar da büyü,

Share This