Ertesi gün Emel’in çalıştığı yere kahvaltıya gittik kızımla. Muhteşem zenginlikte bir kahvaltı sundu bize. Bir kuş sütü eksikti derler ya işte aynen öyle bir kahvaltıydı. Kızım onu arayan arkadaşlarına bugün kahvaltı çok zengin etmediyseniz sizde gelin diyerek davette bulundu. Telefonu kapar kapamaz başrol kızımızın cipi kapıda bitti. Kuş sütü olarak cıvıltılarını masamıza sundular adeta.

Kahvaltıdan sonra kendi çekimleri yoktu ama Şarköy’ün yükseklerindeki köylerde yapılan çekimler için kullandıkları setlerde neler olup bittiğini görmek ve bana da göstermek için kalktık. Denize arkamızı yaslayıp, dünyaya melodiler bütünü ruhundan koparıp sunduğu şarkıları miras bırakarak geçip giden Michael Jakcson’ı dinleyerek, daracık yılan gibi kıvrılan yollardan tepeye doğru tırmanmaya başladık.

Yol o kadar dardı ki bazı bölümlerinde virajı almakta zorlanıyordu cip. Setleri dolaştıktan ve yenen öğle yemeğine hatır için şöylece bir bulaştıktan sonra otele döndük. Set saati gelenler aramızdan ayrıldı birer birer. Biz de kızımın çekimi yokken çoğu da çekimdeyken baş başa bir akşam yemeği yiyelim deyip mantıcıya gittik.

Çekim olmasa da çekim gücümüz çoktu sanırım ki bir süre sonra masamız yine çekimleri olmayanlarla dolmuştu. Hayatın manevi zenginliğini Halil İbrahim sofrası gibi önüne serdiği, geçmişini her haliyle kabullenip yoksulluk günlerim dediği, benim asıl zenginlik budur, bugünkü maddi ve manevi zenginliğinizi geçmişinizdeki yoksulluk dediğiniz günlere borçlusunuz diye ters-yüz ettiğim Halil İbrahim Bey’de zengin yaşam öyküsüyle akşam yemeğimizi zenginleştirmek üzere masamızda yerini almıştı.

Öyle sıra dışı bir hayat hikayesiydi ki dinlerken hem ağlamak hem gülmek istiyordum. İkisi bir arada kendi doğallığında akıyor ve gözlerimizde yaşlarla gülüyorduk. Çocukluk döneminde yaşadığı yer olan Malatya’da çekilen bir filmde figüranlık yapmak için verdiği mücadeleyle başlayan, yüreğinde gömülü olan oyunculuk tohumunu ona hissettiren ve bu tohumu yeşertmek için bin bir dereden su getirerek bu hayalini  gerçeğiyle birleştiren Halil İbrahim Bey, kendine özgü geçmişiyle, kabullenmişliğin ona verdiği özgüven ile bir şövalye gibi, atının yelesini savura savura dört nala geçip gidiyordu masamızdan ve içimizden.

Dinledikçe olmaz diye bir şey yok, kesinlikle yok işte diyen benimi görüyordum Halil İbrahim bey’de. Yüreğimi titreten, yüreğimin derinlerinde kendime ait hissettiğim her tohum, yürek toprağımda emek suyuyla beslenip yeşerebilir, bir sarmaşık gibi içimden dışıma uzanıp beni sarıp sarmalayabilir diyen ben dışarı çıkıp Halil İbrahim Bey kılığında kendini varolan gücüyle ifade etmeye çalışıyordu. Kendi yaşadıklarımı, geçmişimi yazdığım yetmiyormuş gibi bunları yazmalısınız, istedim de olmadı, hayat bana fırsat vermedi deyip mızmızlananlara yürekten isteyince oluru göstermelisiniz deyip ben de ona içindeki yazmak isteyen benini ifade etmeye çalışıyordum.

Onun hikayesini de yazmaya başlarsam bir türlü içinden çıkamadığım bu yazı korkarım ki hiç bitmeyecek. Yaşadıklarını ona sunan varlığına saygıyla, akşam yemeğimize kattığı manevi zenginliğine ve kendine özel tadına teşekkür ediyorum. Yemeğimizi bitirmiş zengin sohbetimize devam ederken kızlardan biri eğlenmeye gidiyoruz biz isterseniz sizde gelin diyerek kızımı aradı.

Onların gideceği eğlence yeri gürültülü ve kalabalık olur diye düşünüp gidip gitmeme arasında kalmışken, içimden gelen ses, hep eski tanıdık, bildik benlerini gördün, bir git bakalım, belki yeni benlerin orda karşına çıkar, hem seni zorla tutacak değiller ya, sana göre değilse dönersin otele dedi.

Otele gidip hazırlandık ve bahçede davette bulunan arkadaşını beklemeye başladık. Bir işi çıktığı için gelemiyordu bir türlü arkadaşı. Bütün oyuncular bir bir toplanıyordu masamıza yine. Bir masa yetmemiş ikinci hatta üçüncü masa eklenmişti. Davette bulunan arkadaşının dışında hemen hepsi ordaydı. Arabasıyla otele gelen yönetmen de odasına çıkmadan aramıza dahil olmuştu.

Oyuncu kızlardan biri, bir işi için gittiği istanbul’dan şarap getirmişti ekip arkadaşlarına. Sadece kadeh kaldırmak üzere birer yudum olacak şekilde paylaştırdı şarabı masadakilere. Otel de bir şişe şarap ikramında bulundu masaya. Sohbet öyle güzeldi ki bırakılıp eğlenceye gidilecek gibi değildi. Davet eden kızımız da gelmiş ve katılmıştı aramıza. Hadi eğlenceye gidelim deyip kimsenin bu güzel ortamı bozmasını istemiyordum. Maneviyatı kadar maddiyatı da zengin olan Halil İbrahim Bey biten şarapları tazelemiş ve çerezle donatmıştı masayı. Yönetmen müzik de olmalı deyip müzisyen olan oyunculara gitarınız yok mu burada diye sordu. Otel odasında gitar vardı ama kimse gidip almaya yanaşmıyordu.

Gurur meselesine dönmüştü sanki bu iş ve kime git al da gel dense ben gidemem diyordu. Yaşı küçük olanlara söyleniyor ve ısrar ediliyordu ama giden yoktu. Bana söyleseler de gidip alsam diye düşünürken, kızım kalktı gitti ve gitarı aldı geldi. Bu doğallık çok yakıştı ona, hem benim gözümde hem de görebilenlerin gözünde ışığını bir kat daha arttırdı. Gitarı almam diyenler çalmam demedi ve şarkılar söylenmeye başladı. Saat oldukça ilerlemişti.

Otelin odalarından bir beyefendinin balkona çıkıp bu saatte nedir bu gürültü, kesin şunu da uyuyalım artık demesiyle masadaki herkes gülümseyen heykeller gibi hareketsizliğe ve sessizliğe bürünüverdi. Hem de sevdiğim bütün şarkılar çalınıp söylenirken, senin sesin güzel değil diyen anneme inanıp ömrümü şarkı söylemeden geçirmişken ve onu yıkıp şarkılara eşlik ediyorken nerden çıktın sen be adam diye söyleniyordu içimdeki ben. Yönetmenin kumsalda devam ederiz biz de, orda da gelip susturacak değiller ya demesiyle bardaklar, şaraplar, çerezler toparlanıp kumsala indik.

Az önce kızdığım adama şükür üzerine şükürler ediyordum. Çocukluğumdan beri seyrettiğim filmlerde görüp de bir gün böyle bir partide olsam deyip hayalini kurduğum bir an gerçeğimdeydi. Düşler aniden andaki gerçekliğe düşüverir de düş mü gerçek mi olduğunu anlamak için bir süre donakalırız ya, o haldeydim.

Herkes kumsala yerleşme çabasındaydı ben neler olup bittiğini anlama çabasında. Yönetmeni ve sanat yönetmenini, neler olduğunu anlamaya çalışırken nasıl olduğunu anlayamadan bir de beni sandalyeye oturtmuşlar ve geri kalanların bir kısmı kumsala bir kısmı da kumsal ile deniz arasında kalan bir karış yüksekliğinde olan beton set üzerine yarım daire çizecek şeklinde oturmuşlardı. Kızım da tam karşıma denk düşmüştü. Dolunayın denize döktüğü pırıltılarıyla oluşan yakamoz kızımın başının üzerinde son buluyordu.

Dolunay ve yakamozla taçlanmıştı başının üzeri. Yaşam onu kutsayacak, dolunayın ona uzanan ışığı gibi bütün ışıklarını ve pırıltılarını o anda olduğu gibi, onun görmediği alandan başının üzerine saçıp onun ışığıyla bütünleştirecekti. Şarabın verdiği duygusallıkla andaki mucize görüntünün beni ağlatmaması için kendimi zor tutuyordum. Oyunculardan biri hasır gölgeliklerden iki tanesini arkamıza siper etmeye çalışıyordu.

Tahtta oturan kral ve kraliçeler gibi hasır gölgeliğin içindeki tahtlarımızda yerimizden kıpırdamadan ama içimiz kıpırdayarak eşlik ediyorduk eğlenceye. Halil İbrahim Bey, gençler fırsat verdikçe zenginliğini esirgemiyor, kimi zaman içindeki Latif Doğan’ı dışarı çıkarıp kendi yöresine ait en güzel türküleri kimi zaman da en güzel türk sanat müziği şarkılarını söylüyordu.

Benim sevdiğim şarkılar söylendiğinde kızım sevinçle el kol hareketleri yapıp bu sana, kendi sevdiği şarkılar söylendiğinde de bu da bana deyip aldığı keyfi her haliyle yansıtıyordu.

Onun bu halinin güzelliği yönetmenin de dikkatini çekmiş olacak ki, bana doğru uzanıp, sevgi ve şefkat dolu bir sesle senin bu kızın çok şımarık dedi. Evet, bu günlerde çok mutlu ve çok şımardı deyip gülümsedim. İkimizde söylediğimiz sözlerin, söylediğimizin ötesinde geniş bir anlamı olduğunu hareketlerimize ve sesimize yükleyip kısaca anlatıvermiştik.

Hayat kızımı ve beni şımartıyordu son günlerde ve biz bunu çoktan hak etmiştik.

Zaman durmuştu sanki, anın  ve kızımın güzelliği içinde kaybolmuştum. Şükrettikçe içimden dışarı gözyaşı olup akmak isteyen ilahi sevgiyi bastırmak zorunda kalıyordum sık sık. Martılara, ağaçlara, denizi öpen yakamoza ve kendini akışa bırakmış insanlara bakıp yaşamın derin güzelliğini içimde duyumsuyor ve doyumsuyordum. Beni bu noktaya getiren kıyametimi kutsuyor ve bunu bütün insanlar için diliyordum.

KIYAMET

Kuş!
Bir kez olsun dudakların değebildi mi gökyüzünün alnına,
Yoksa sevdalı bir bulut mu bekliyorsun dokunsun diye dudağına ?

Ağaç!
En tatlı meyveni verebildin mi sevdiğine ?
Yoksa hala saklıyor musun koşulsuz severek sana geleceğim diyene ?

Işık!
Karanlığın en koyusu sarmışken yedi cihanı,
Söyle aydınlatabildin mi kendi içini ?

Sevgi!
Gitmiyorsun değil mi, sığamadığın yüreklerin çokluğuna aldanıp,
Kendi yüreğine sığabilecek kadar da mı sevemedin kendini ?

Kin, nefret!
Doymadın mı hala, zihinleri ve yürekleri esir almaya,
Zehirli bir sarmaşık gibi benlikleri boğmaya ?

İnsan!
Usanmadın mı hala, kin ve nefret denen,
Eli kanlı, gözü dönmüş, kiralık sevgi katiline,
Kendini parsel parsel kiralamaya ?

Zaman!

Hızlan ne olur, dünya dönme dur
Kopsun kıyamet, bitsin insanın kendine ettiği bunca eziyet
Yürekler dolsun aşkla, gözler gülsün umut ve ışıkla
Ruhlar yıkansın ilahi sevginin gözyaşlarıyla…

 

 

Share This