Yogaya yeni başlayan öğrenciler, biz eğitmenlerin bilinecek her şeyi öğrenip de onların karşısına öyle geçtiğimizi sanırlar. Oysa diğer mistik sistemlerde olduğu gibi yoga bilgisi de metinlerde, kitaplarda, hocamızın sözlerinde değil kendi içimizde derinlerde bir yerlerde saklıdır ve bu bilgiye ancak içe dönerek varılabilir. Onu söze dökmek başlı başına bir maharettir, bir parça şair olmayı gerektirir. Söze dökülen kısmı, en şairane benzetmelerle bile bezense, hissedilen tarafının yanında pek sönük kalır. Yoga da aşk, yaratıcılık, sanat, annelik gibi tecrübe edilmediği sürece hakkında edilen lafların hep boş kaldığı o esrarlı alana aittir.
O esrarlı alana dair bildiğimiz tek şey de onun hakkında hiçbir şey bilmediğimizdir! Yani yoga dolu yıllar ve yaşlar nihayet beni tekrar sevgili Sokrat’ın kucağına getirdi: Tek bildiğim şey hiç bir şey bilmediğimdir.
Bu anlayış benim gibi dışarıdan (okuldan, kitaptan, öğretmenden) edinilen bilgiyi hayatının en kutsal köşesine yerleştiren bir ukala için taptaze bir alan. Ben kendi bildiğimin en doğru olduğuna inanır, etrafımı saran insanların da inatla o doğruya sürüklenmelerini ister, benimle hemen hemfikir olmazlarsa da zamanla dediğime geleceklerini düşünürüm.
Oysa yoga her sabah bu cevheri yeniden yeniden yüreğime yerleştirip beni Sokrat’ın güvenli kucağına bırakıyor: Tek bildiğin şey, hiç bir şey bilmediğindir Defne. Şimdi ayağa kalk ve günü bu anlayışın ışığında yaşa. Bak bakalım seni ne sürprizler bekliyor!
Hiç bir şey bilmiyorsam, kimse hakkında yorum yapamam değil mi? Bu adam kaliteli, şu kadın kaba, o çocuk şımarık, kocam anlayışsız, arkadaşım bencil, filanca deli, falancaya sinir oluyorum… Bunların hepsi birdenbire geçerliliğini yitirir. Çünkü geriye tek bir gerçek, yani onlar hakkında hiç bir şey bilmediğim kalır. Buna tanıdıklarım da dahil. Benim zihnimde onlara dair bir kalıp da bulunsa, o kalıbın benim algılarımla boyanmış bir yanılsama olmadığını nereden biliyorum? Ben yanımda durmadan ağlayan çocuğu sinir bozucu bulsam da onun karşısında oturan annesi çocuğa bayılıyor. Çocuğun ne, kim olduğunu hangimizin algısı belirliyor ki?
SAYFA-BOLUMU
Tek bildiğim şeyin hiç bir şey bilmediğim olduğu en net haliyle yoga dersi verirken çıkıyor karşıma. Ben yoga hocalığının öğretilebilecek bir şey olduğuna inanmadığım için hocalık eğitimi de vermiyorum. Ama hocalık eğitimi almak isteyen öğrencilerin motivasyonunu da çok iyi anlıyorum. Modern dünyada müşterinin gönlünü hoş etmeye dayalı 90 dakikalık stüdyo derslerinin ötesinde daha derin bir şeyler, felsefe, tarih, bedenin enerji mekaniğini öğrenmek isteyen öğrencinin gideceği başka bir yer yok. Hocalık eğitimi vermiyorum çünkü her insanın zaten kendi yogasını yaparken onun iç mekaniğini –hissederek- kavrayacağına ve diğerlerine aktaracak teçhizatı kendi içinden çıkaracağına inanıyorum. O bilgi dışarıdan değil, içeriden gelen bir şey olduğu için sözlerle, şemalarla, kalıplarla öğretilemez gibi geliyor bana.
On senedir yoga dersi vermeme rağmen hâlâ derse giderken neler olacağını bilmiyorum. Öğrencinin karşısına bomboş çıkıyorum. Üstelik öğrencisi olduğu Shadow Yoga sistemi hem hep aynı grupla, hem de hep aynı serilerle çalışılan bir sistem. Her gün aynı öğrencilere aynı seriyi çalıştırmama rağmen, bir derste öğrendiklerimiz asla bir önceki gün öğrendiklerimizle bir olmuyor. Olamıyor. Nasıl olsun? Gezegenler yer değiştirmiş, hücrelerimiz yenilenmiş, hayattan bir kaç gün almışız. Bir gün diğeri ile bir mi ki bir ders diğeri ile nasıl aynı olsun?
Eh, yoga dersini vermeyi de almayı da zevkli kılan bu zaten. Hep aynı şeyi yapıyor olsak, ofise, işe gidiyor gibi hissederdim kendimi.
SAYFA-BOLUMU
Geçen hafta derste öğrencilere at pozuna geçmeleri için büyük bir adım atmalarını söyledim. Attılar da. Tam nefes almalarını söyleyecektim, bir de baktım iki ayakları arasındaki mesafe ufacık bir şey. Hatırlatayım bu arada: Burası Portland, Oregon. Buranın halkının büyük çoğunluğunu bir kaç yüz yıl önce İskandinavya’dan göçmüş insanların torunlarının torunları oluşturuyor. Yani, kocaman insanlar bunlar. Kalın, sağlam kemikli uzun boylu, geniş omuzlu, sarı saçlı, mavi gözlü güneşte çabucak kararan Vikinglerin torunları karşımda. Ben aralarında aynı türün başka bir cinsiymiş gibi dolanıyorum. Onlar kurt köpeği ise ben kanişim. Öyle bir his. Yani attıkları adımın cüsselerine oranla epey geniş bir boşluk sağlaması gerekiyor. Ama hayır, aksine daracık bir alan yaratmışlar.
Dersi kestim. Bakın, kocaman kuvvetli insanlarsınız maşallah, neden böyle daracık alana sıkışırsınız? Kibar kibar gülümsüyorlar. Portland’lılar kadar kibar ve iyi niyetli insan ben Tayland’da bile görmedim. Açılın bakayım dedim. Şöyle kollarınızı, bacaklarınızı bir güzel açın, evrendeki yerinize yayılın, o boşluğu bir güzel kaplayın. Leonardo da Vinci’nin dört kollu, dört bacaklı Vitruvius Adamı eskizindeki gibi açıldılar. Oh be! Bir nefes alın şimdi kendi alanınıza! Bir kere daha. Genişleyin, kaplayın, kapsayın o alanı! Occupy yourself! Kendinizi işgal edin!
Vücut bize zihnin kalıpları hakkında pek çok ipucu veriyor. Hayattaki potansiyeli kullanmamak, ruhu korkunun sınırlarını belirlediği dar alanlara hapsetmek fiziksel mekanlardaki hareketimize de yansıyor. Kambur durmak, cılız bir sesle konuşmak, göz teması kuramamak, kıpırdanıp durmak ve geniş geniş bizim olan bir alana yayılamamak zihnimizde başlayan alışkanlıklar. Yoganın ya da beden-nefes-zihin üçlüsü ile çalışan her hangi bir sistemin mucizevi tarafı fiziksel hareketi düzenlerken zihinsel sınırları da genişletmesi. Omurgası dikleşen insanın öz güveni yerine gelmeye başlıyor, nefesimiz uzayıp, göğüs kafesimiz genişlerken korkularımız da azalıyor; daha önce denemediğimiz bir şeyleri ilk defa yapabilecek gücü buluyoruz kendimizde. Korkularla sınırlanmış yaşamlar taze alanlara açılıyor. Evrendeki biz şeklindeki o boşluğun, bize ayrılmış o koca alanın köşesini bucağını kendimizle dolduruyoruz. Çekinmeden, utanmadan, bütün eşsiz niteliklerimizi dünyaya sunuyoruz. Bizden bir tane daha yok çünkü. Her birimiz orijinal parçayız!
Sevgili Sokrat her sabah mutluluğun sırrını kulağımıza fısıldıyor: Tek bildiğin şey aslında hiç bir şey bilmediğindir.
Özgürlüğümüz işte tam o noktada, tek gerçeğe, bilinmeze teslimiyette başlıyor.