Keşke benim de küçük bir tanrım olsaydı…

Yıllar olmuştu, gaddar bir baba gibi cezalandırıcı tanrıları ve onların tutsaklaştıran dinlerini reddedeli.

Kavgalıydı tanrıyla.

Belki kadın olsaydı yaratıcı, durup bir düşünecekti ondan ayrılışı. Kim bilir, belki de konuşabilecek, anlaşabilecekti kadın duyarlılığında. Ama o tanrıydı işte ve basbayağı da bir erkekti kitaplarda anlatılan; savaşçı, öfkeli, kıyaslayıcı ve egemen olmayı isteyen gelişmemiş bir erkek.

Henüz bilmiyordu o zamanlar; tepkisellikle, hırçın reddedişin aslında direnmek, akışa ters yönde yüzmek olduğunu.

Bu reddedişin suçlayıcı kızgınlıktan kaynaklandığını.

Kırıldığı bir dosta küsüp, onu görmezden gelmek, yok saymak adına kendini daha da çok yaraladığını.

Onun kendisine darıldığını anlayınca tanrı, bazen sürprizler, oyunlar, komiklikler yapardı. Kimi zamanlar hayalini kurduğu bir şeyi gerçeğe dönüştürüverirdi ansızın, gönlünü almak için. Barışmak isteyen yoldaş gibi, gece rüyasında sarılıp öperdi tanrı onu yüreğinden. Ama yo yooo! O kanmazdı bunlara ve kollarını göğsünde kilitler, içine dolmasına ve aktığı yeri yumuşatmasına izin vermezdi. Reddetmişti bir kere. “Artık benim tanrım değilsin” diyerek gönül bahçesinden kovmuştu onu.

“Anlatılan sen bendeki SEN değilsin. Korkutuyorsun beni. Hata yapmamak için senin nezdinde, bendeki BEN’i yaşayamıyorum. Yargılayıcı, cezalandırıcısın. Kibirlisin hem de. Ancak senin kurallarına uyar ve kendimden vazgeçip sen olursam ödüllendireceğini söylüyor ‘kutsal’ sayfalar. Senin evcilleştirdiğin değilim ben. Git benden uzaklara!” diye nice konuşmalar yapmıştı.

Nerden bilecekti ki o zamanlar, bu ayrılışın kendi özünden kopmak olduğunu.

Dediğim gibi, yıllar olmuştu tanrısız bir hayat geçireli, geçiştireli.

Bir şeyler tersti ters olmasına da, neydi bilmekten kaçtığı bu terslik?

Aslında zordu tanrısız yaşamak.

O’nun varlığı, çocuk dünyasındaki çayırlıkta, tavşanları peşine takıp güvenle yuvarlanmak gibidir.

Ya da bir kış gecesi, camdan gece lambasının ışığındaki kar tanelerinde tatlı bir uykuya açılırken çocuk gözlerin, bir nefeslik yakınında hissetmektir anne-baba varlığını. Korunduğunu, sevildiğini bilmekteki huzurla kedi gibi kıvrılmaktır sıcacık yatağında.

Tanrısız yaşamak, biraz da içindeki tanrının sesini duymadığından, çocuk bedeninde yorgun, endişeli, mutsuz bakışlı gözler taşımaktır aslında.

Ve ailesiz olması gibidir minik bir çocuğun; gece kabustan uyanıp koşarak kapısını açtığında kucağına sığınacak kimseyi bulamamasıdır tanrısız olmak.

 Boş bir evde kendinden ürküp üşümektir azıcık da.

Keşke benim de ufacık bir tanrım olsa koynumda taşıdığım. İhtiyacım olduğunda çıkarsam onu oturtsam karşıma. Mumlar yaksam etrafında, çiçekler, yemişler sunsam ona…Ne bileyim işte, tütsüler ve mistik sesler eşliğinde beni kutsamasını beklesem.

Üzüldüğümde dertleşsem; yalan söylediğimde birilerine, herkesmiş gibi O, O’ndan özür dilesem. Karanlık ormanda yolumu kaybettiğimde, O’nun ayak izlerini bulsam yuvama giden.

Ve örneğin, ‘affet beni’ diyebilsem, çocukken elma ağacımızdaki salıncakta arkadaşımın unuttuğu mavi ayıcığı alırken yanaklarımın kızarması gibi.

Kapı girişindeki ayakkabılığa bıraktığım oyuncak ayının yanına gidemeyip bir yandan da ‘lütfen onu almasın benden kimse’ diye dua eder gibi. Sonra, tanrının beni seyrettiğini düşünüp üzülerek de olsa tatlı mavi ayıcığı sahibine verirken, tanrının ellerinin saçlarımı okşadığını hisseder gibi.  

Keşke benim de bir tanrım olsa hep benimle kalacak. Ne yerde ne gökte olsa mesela.

Hem hava gibi dışımda ve her yerde, hem nefes gibi içime çektiğimde bende.

Sarıldığımda Ona, dingin bir dağ tepesindeki ormandan uzak denizlere bakıp  yakın eylesem uzağı. Sessizliğin senfonisindeki yaprakların, hafif bir rüzgarla içteniçe mırıldandıkları hışırtılarını dinlesem.

Ya da, tanrımla el ele toprak bir yolda yalın ayak yürürken, kırlangıçların uçuştuğu otlakta birdenbire dursam. Kırlangıçların birbirleri içinden birbirlerine çarpmadan, karışıklık içindeki muhteşem düzen ve uyumla uçuşlarına dalsam, yanımdaki tanrıyı unutup.

 Gökden usulca kendilerini aşağıya salışlarını,
 yüzümün çok yakınından hızla kayışlarını,
 o saydamlığı,
akışa bırakılmışlığı,
güveni,
kendi gerçeğini böylesine bir uçuş dansıyla kutlayışı
izlemeye bıraksam kendimi, zamanı ve mekanı unutup.

Her şeyin yavaşladığı hatta durduğu derin bir sessizlikde, benimle beraber benim etrafımda evrenin döndüğünü hissetsem.

Kırlangıçlar uzaklaştığında, dünyaya geri döndüğüm o anda tanrıyı içimde buluversem.

Kırlangıç kanatlarında aklımı susturduğum şimdi ve anda, içime akmış da ben olmuş gibi. Sanki zaten hep ordaymış gibi. Boşlukta bile Onunla doluymuşum gibi.

O kadar Onunla dolu ve O ki, Onu göremez olmuşum gibi.

Belki de O hep BEN’deydi en başından beri.

Tanrıyı algılayışım; kendimi, hayatı nasıl algıladığımla ilgilidir belki.

Tanrıya yakıştırdığım, sıfat tamlamasıyımdır ben belki.

İç gözümün kendimde gördüğüdür tanrı belki.

‘Her şeyimi-her şeyi duyan, gören, bilendir O.’ İçimdeki bir başka BEN gibi.

Onu hep dışarıda, benden uzakta aradım. Tüm gücümü Ona verdim kendimi yaratmam için gereken. Ona muhtaç kıldım kendimi. Bende olmayan bir şey sandığım için de kaybetme kaygıları yaşadım. Zamanla ihtiyaçla-sevgiyi, korkuyla-sevgiyi birbirine karıştırdım.

Oysa kırlangıçların fısıldadığı gibi, O herşey ve hiçbir şeyse, yani aynı zamanda BEN O İse, var olma, yaratma gücü de içimde olandır.

Aslında… aslında bir yerde daha rastlamıştım ben tanrıya… Büyük bir meşe ağacının gövdesine sarılıp, kulağımı kabuğuna yapıştırdığımda, ağaç içindeki akışın sesini duyduğum anda.

Şimdi, bu anda, minik bir deniz anasıyım; beyaz ve şeffaf, okyanusa kendini koyvermiş, suyun yumuşak ritmiyle  tanrıyla BİR olmak için salınan.

Ve keşke benim de küçük bir tanrım-tanrıçam olsa azlıktaki çokluk gibi,
kendim gibi,
kendim olmayan her şey gibi
ve
boşluktaki hiçlik gibi.

Share This