Bir dağa çıkıyorum; hedefimde zirve. Nefes nefese… Bembeyaz bir martı var süzülüyor masmavi gökyüzünde; görmüyorum. Yemyeşil ağaçların üstünde bülbüller bir şarkı tutturmuş; duymuyorum. Baharın kendisini yaza bıraktığı bir sabahta sımsıcak bir güneş var; hissetmiyorum. Mış gibi yapmalarım var… Görüyormuş, duyuyormuş, hissediyormuş, keyifleniyormuş gibi yapıyorum. Bedenim, kıpkırmızı güneşe inat buz gibi. Yoksa kalbim mi buz tutmuş? Kuşmuş, mavi gökyüzüymüş, güneşmiş kim takar? Benim bir hedefim var. Dağın en uç noktasına varmak ve “Ben dağın zirvesine ulaştım.” demek. Koşuyorum. Mutluymuşum gibi. Önümde ne bir taş var ne de bir dal… Engel tanımıyorum. Gururla koşuyorum. Kulağımda alkışlar çınlıyor. Zirvede göreceğim eşsiz manzaranın hayaliyle yaşıyor, o an hissedeceklerime odaklanıyorum. Peki, içinde bulunduğum ana ne oluyor? Şu anda ne hissediyorum bilmiyorum bile. Önemli de değil. Zirvede tekim ve eşsizim. Orası sadece ve sadece bana ait olmalı. Çılgınca istiyorum orayı. Oysa o tek bir anın verdiği hırs o ana ulaşmak için milyonlarca değerli anı kurban etmeme neden oluyor.
Artık zirvedeyim. Bitti. Oysa hiç bir şey hayal ettiğim gibi değil. Sipsivri bir dağın tepesinde cezalı gibi tek ayaküstünde duruyorum çünkü iki ayağıma birden yer bile yok. Yalnızım. En büyük korkumla baş başayım. Tek ve eşsiz olmak isterken en büyük korkumun yalnızlık olması ne garip çelişki değil mi? Manzarayı göremiyorum. Çünkü dağa çıkarken olmayan ama zirveye çökmüş bir sis var. Başım dönüyor. Midem bulanıyor. Ben bu zirveyi hiç de sevmiyorum. Varlık içinde bir yokluk halindeyim. Hedefime ulaştım ama ellerime bakıyorum da hiçbir şey yok. Aşağıya inmeye koyuluyorum yüzümde bir maskeyle… Bu kadar arzu ettiğim şeyin bende hayal kırıklığı yaratmasını da kendime yediremiyorum. Tek bir soru yankılanıyor zihnimde: Ne uğuruna? Üstelik bu sefer inişte yalnız değilim: Koskocaman dağı küçücük omuzlarıma yüklemişim.
13 yaşındaki Billur’un omuzlarına yüklediği o dağı 13 yaşında yazdığı bir yazıda keşfettim. 19 ve 13 yaşımdaki hallerim eski bir okul dergisinde tekrar buluştu. Ancak bu buluşma üzücüydü çünkü çok serttim, sivriydim, keskindim, bilmiştim, safça kendimden emindim ve kibirliydim. Laflarım ne kadar da büyük ve ağırdı! Üstelik sırtımdaki bu dağı taşımaktan gurur duyuyordum. Sürüsünden dışlanmak pahasına tutkusu olan uçmayı en iyi şekilde öğrenmeye çalışan ve genç martıları eğiten Martı Jonathan Livingston’unu Richard Bach’tan okuduktan sonra okul dergisinde 13 yaşında yazdığım “Başarılı ve Mükemmel Olmak” adlı yazımda şöyle diyordum: “Başarılı olmak bu uğurda çok çalışmayı, ne yaptığını bilmeyi ve hayatından bazı şeyleri silip atmayı gerektirir. Mükemmelliği küçümseyen bir insan başarılı olamaz. Mükemmelliğin ne olduğu anlaşıldığında başarıya ulaşılır çünkü mükemmellik eşittir başarıdır. Başarılı olmak zordur ama zoru başarmak asıl başarıdır.” Kendimce Richard Bach’ın kitabını değerlendirmiş ve böyle bir sonuca varmıştım. Richard Bach gerçekten bunları söylüyor olabilir miydi? Şüphelendim ve kitabı tekrar okudum. Şu anki anlayışım bana bambaşka bir bakış açısı sundu. Şimdiki bilincimle başarı ve mükemmellik kavramlarını sorguladığımda tamamen zıt bir fikre ulaşıyorum. Kendimi uzunca bir süre yokluğuna inandırmaya çalıştığım ancak esasında yaptığım her işte onu aradığım “mükemmelliğin” aslında zihnimde varolduğunu keşfettim. Fakat burada ulaşılmaz bir varoluştan söz ediyorum. Sıfır ile sonsuz arasındaki fark gibi. İkisini de hayal etmekte zorlanıyorum. Ancak kavram olarak zihnimin bir köşesinde yatıyor. Mükemmellik dediğim şey zihnimde sonsuzluğu ifade ediyor. Ancak bir yandan da onu sınırlara sıkıştırıyorum. Kafamda mükemmellik ölçütleri belirliyorum. Sonra da sonsuz bir şeye sonlu yollardan ulaşmaya çalışıyorum. Onu aldığım iyi notlara, başardığım işlere sığdırmaya çalışıyorum. Sınırsız bir şeye sınırlar koyarak nasıl ulaşabilirim? Mükemmelliği sınırlara hapsederek onu küçümsüyorum. Kaldı ki bir yandan mükemmelle ulaşmaya çalışıyorum derken kibrim bana aslında zaten mükemmel olduğumu fısıldıyor. İşte bu fısıltı beni atalete sürüklüyor. Oysa her an gelişimim için bir fırsatken her an daha iyi bir sürümüme ulaşabilecekken zaten mükemmel olduğumu kabul etmek insan olarak kendi sınırsızlığımda yarattığım bir hapishane oluyor bana. Kendimi de yücelttiğimi sanarak aslında küçümsemiş oluyorum. Üstelik sırf “mükemmel” sıfatımı kaybetmeyeyim diye daha az risk alıyor hata yapmaktan korkuyorum. İşte bu çelişki içimde inanılmaz bir gerginliğe yol açıyor. Bu gerginlik içersinde hayattan aldığım keyfe, huzura ve tutkularıma neler oluyor? Yok olmaya başlıyorlar. İşte bunu fark ettiğim an değişim kıpırtıları da başladı.
Şimdi deniz seviyesindeyim. Âşık olduğum rüzgârı avuçlarıma doldurmak için ellerimi açıyorum sanki rüzgâr beni uçurabilecekmiş gibi. Ancak uçabilecek kadar hafiflemedim. Dağı ya tamamen aşağı indiremedim omuzlarımdan ya da ağırlığının verdiği ağrı henüz geçmedi. Tamamen özgür hissetmiyorum. Ancak şunu biliyorum: 19 yaşındaki Ben nasıl da 13 yaşındaki Ben’den alıntılar yaparak bu yazıyı yazıyorsa ilerde bu yazıdan alıntılar yaparak bambaşka bir bakış açısıyla farklı bir yazı yazacağım ve bu böyle sürüp gidecek. Umut ettiğim şeyse kendimi yargılamalarımdan kurtulup her anıma anlayışla yaklaşmak. İtiraf ediyorum ki 13 yaşımdaki hislerime anlayıştan çok acıma duygusuyla yaklaşıyorum. Ancak bir fark var. Göremediğim martıları şu an görebiliyorum. Tek tek hepsine bakıyorum. Belki Martı Jonathan Livingston’un bir öğrencisini görebilirim diye. Hatta belki de kendisini. Çünkü o bedeninin sınırlarını bile aşmış bir martı. Çünkü o zamanın kafamızdaki sınırlarını bile aşmış bir martı. Bu merakım belki de beni hırslarımdan uzaklaştırabilir ve anlara yakınlaştırabilir. Bulunacağım andaki konumuma duyduğum hırsın yerini bulunduğum anın içersindeki seslere, kokulara ve hislere duyduğum merak alabilir. Kim bilir belki bir gün o dağı gerçekten keyifle çıkarım. Sırf dağa çıkma eylemini gerçekleştirmek veya zirveye ulaşmak için değil o dağ hayat yolumun üzerinde olduğu için.