Küsmelerim; benim kırılgan, kimsesiz, utangaç, sessiz küsmelerim. Küskünlüklerim çoğaldıkça azalan insanlarım, azalttığım çocukluğum, çocukça şımarıklıklarım.
“Nazlı çiçek” derdi ilkokul öğretmenim bana. Küstüm çiçekleri gibi, dokunulunca hemen kapanan çiçekler gibi nazlıymışım!
Etrafımda ve bana olanlara içlenirdim gizli gizli ve sessizce.
Büyükannem “Çok içlidir benim Bade’m” derdi.
Kendi içimde düşünüp olup biteni, hislerimi avuçlarımın içine, avuçlarımı ceplerime saklayıp biraz daha sessizleşirdim. Zaten suskun bir çocuktum, daha ne kadar susabilirdim ki… Ama sonu yokmuş içe içe çekilmelerin, sesi içe içe göndermelerin. Söylenen sözlere -söz diyorsam aldanmayın, onuru paramparça eden, yüreciğinizi deliveren zehirli oklar demeliyim belki, ben öyle hayal ederdim en azından- akıl sır erdiremeyip, kime söylenirse söylensin bana söylenmiş gibi hayıflanır ve biraz daha çekinmeye başlardım insanlardan. Özellikle ilkokulda yaşadığım olaydan sonra daha da çok.
İlkokul öğretmenime âşıktım. Öğretmenim sinirli ve dayakçıydı. Ben bunu görmeyi istemezdim. Onun bana tatlı tatlı bakan mavi gözlerinden, sarıldığında içime dolan sadece ona has kokusundan, beni sevmesinden başka şey düşünmek istemezdim. Ona konduramazdım “dayakçı” sıfatını. Ta ki… bir gün sıra dayağı denen o mereti tadana dek.
Beşinci sınıfın son ayları. Bana hep nazik olan öğretmenim, o gün -o sabah sınıfa geldiğinden beri çok öfkeliydi- neye olduğunu anlayamadan bir şeylere çok kızdı ve bütün sınıfı sıra dayağına çekti. İlk elime sopayla vuruşu. Elim hiç acımadı. O sırada hayal kırıklığıyla paramparça yüzümle ona bakıyordum. Yüzü karanlıktı. Mavi gözleri kıvılcımlı ve biraz da kanlı, ellerime bakıyordu. Sopayı vururken bıyıkları titriyor, yüzü sanki ateş saçıyordu. O gün anladım çok sevdiğim öğretmenimin bir şiddet makinesi olduğunu. Görmeyi reddettiğim sahneler bir bir canlandı zihnimde, sopa her elimde şakladığında. Şak… Arkadaşımın kafasını tahtaya vuruyor. Şak… Başka birini tokatlıyor. Kötü sözleri ile un ufak ettiği sevgi, o uzun ince sopasıyla kızarttığı minik eller… İçim öyle burkuldu ki anlatamam size. Utandım, onurum kırılmış gibi hissettim. Ellerim umurumda değildi, benim çok daha derinde çok daha narin bir yerlerim sızlıyordu. Yolun sonunda hüzünle el sallar gibi, benden uzaklaştı, kalbimdeki tatlı çocuksu bir his. Küstüm. O bana “nazlı çiçeğim” derken, gözlerine bakmadım. Sonradan da hiç gözlerinin içine sevdalı sevdalı dalamadım, içimde yitip gitti bir şeyler.
“Pek içlidir, sesssiz sessiz içine atar her şeyi.” Beyaz tülbendinin ucuyla göz yaşlarımı siliyor Hediye Ebem.
“Nazlı çiçeğim, pek de nazlısın.” Elimi tutuyor ilkokul öğretmenim.
“Ayyy amma da alıngansın yahu!” Odama hışımla girip, kilimin ortasına- yüzüme savuruyor kelimeleri ve gözlerime bakmadan arkasını dönüp çıkıyor eski ev arkadaşlarımdan biri.
“İnsan sevdiğine küser mi hiç yavrum?” Annemin arkası dönük, hızlı hızlı bulaşık yıkayan elleri altında bardaklar çın çın ses çıkarıyor.
Haksızlığa uğradığımı hissettiğimde, sevdiğim biri tarafından dinlenmediğimde, azarlandığımda, kaba davranıldığında, hayal kırıklığına uğradığımda… Benim kendimi koruma yöntemlerinden en belirginiydi küsmek. Ama herkese küsmezdim aslında. Küsüp içime kapandığımda, zihnimde olayı tekrar tekrar yaşar ve büyütürdüm. Sustukça katmerleşirdi acım ve artardı olayın bendeki şiddeti. Beni sevdiğine inandığım biri -ki inanın bana, çok çok azdı sayıları, benim çocuk kalbim belki de fazla yalnızdı o günlerde- küstüğümü fark etmedikçe, kırılan yanıma yumuşakça yaklaşmadığı sürece, gülüşüm, güneşi kapatan karanlık bulutların gölgesiyle boyunlarını eğen günebakanlar gibi solardı. Biraz daha, biraz daha. Sonra da bana bu çocuk çok zayıf, solgun, hasta gibi derlerdi. Solgun muydum, zayıf mıydım bilmem ama, evet hasta hem de çok hasta hissederdim kendimi, kırılmışlığım öpülüp sevilip sarılmadıkça.
Küstüğümde, yüreğim, tahtakurularınca yenip yavaş yavaş, açılan minik deliklerden sarı toz döken ve tamiri imkânsız ahşaplar gibi ya zedelenirdi az az ve ömür billah kapanırdı ya da, iyice açılır, daha da sever, daha da kucaklaşırdı. Birisi korumak, sakınmaktı kendimi. Diğeri ise, darılmak; gönlümü tekrar alsın diye gönül koymaktı benim için.
En çok sevdiklerime darılırdım, hatta sadece sevdiklerime gönül koyardım.
Kolay kolay kimselere açamadığım yüreğim en çok sevdiklerime kırılırdı. En çok hırçınlığı da bir onlara (onlar dediğime bakmayın sayıları hiç öyle çok değildi) yapardım. Bilmiyorum… Küsmek; bana ne kadar değer verdiklerini, nazımı ne kadar ince ince nakışlarla örüp, renkli boncuk misali dizeceklerini, beni ne kadar sevdiklerini anlamanın bir yoluydu sanırım aynı zamanda.
Hem ben sadece sevdiklerime darılırdım, darıldıklarıma kalbim açık olurdu. Hem ben öyle kolay kolay da kalbimi açmazdım.
Biliyor musunuz ben en çok en sevdiğime hoyratlaşır, sonra da en çok ama en çok, onu üzdüğüm için üzülürdüm.
Ankara kışının soğuk gecelerinden biri daha. Annem bulaşık yıkıyor. Saat gece yarısını çoktan geçti. Mutfak sanki buzhane. Salonda soba yanıyor ama mutfak evin en arka tarafında ve ısınmıyor. Mutfak girişinde, köyden gelen erzakların durduğu, kiler olarak kullandığımız bölmede, un çuvallarından birinin üzerine tünedim, dizlerimi kendime çekip, diz kapaklarıma çenemi yasladım. Annemi arkadan seyrediyorum. Uykum var ama olsun. O yatmadan yatmayacağım.
“Anne.”
“Hı.”
“Yatsana artık, geç oldu. Ben yarın yıkarım kalanları.”
“Sen daha küçüksün, yıkayamazsın. Git uyu, niye bekliyorsun?”
“Sen yatınca yatarım, yoksa uyumam.”
“…”
“Anne.”
“Hı.”
“Bana küstün mü? Sana bağırdım ya… özür dilerim.”
“Yok kızım. İnsan, hiç sevdiğine küser mi yavrum?”
Küsermiş anne. Ben en çok sana küserdim.
Kalbime girenlere, kapı arkasından bakıp, dudağımı sarkıtıp, kaşlarımın altından yere indirirdim bakışlarımı. Susar, susar, gözlerine bakmazdım bir daha… ta ki o incinen yerlerimi fark edip öpene dek. En çok yüreğimi açınca kırılırdım, en çok yüreğimi açtıklarım incitirdi, ben en çok içime aldıklarıma darılırdım biliyor musunuz?
Aslında öyle olur olmaz şeye de darılmazdım. Hem kolay kolay da herkese açılmazdı kalbim.
Şimdi biraz büyüdüm. Sanırım…