Victor Hugo, yirminci yüzyılın sonu için şöyle kehanette bulunmuştu:“Savaşlar bitecek; sınırlar kalkacak; dogmalar ölecek; insanlar yaşayacak. Yaşayan insan ümit dolu, yeni değerlerle ülkelere değil, dünyaya ait olacak.”
Yirminci yüzyılı geride bıraktık ve dogmalar bütün canlılığı ile hayatta, insanlar ise ölüyor. Barışa ve sevgiye her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Hep beraber el ele barışı sağlama gücümüz var.
Parçalanmış benliklerimizle barış, birbirimizle barış, doğayla barış, dünyayla barış…
Etrafımıza baktığımızda olan bitenlere “Yeter artık!” demek, “Hayır!” demek için her türlü nedenimiz var. Ama her insanın kalbinin bir köşesinde “evet” ifade edilmeyi bekliyor. Bizi mağara döneminden uzay çağına getiren de bu “evet” değil mi?
Ya köhnemiş değerlere sıkı sıkı bağlı kalarak karanlığa gömüleceğiz ya da yeniden daha güçlü bir şekilde doğacağız.
İlk bakışta, dünyanın içinde bulunduğu durumu değerlendirdiğimizde, tüm sorunların üstesinden gelinebileceğine inanmak ütopya gibi gelebilir. Her yıl altmış milyon insan açlıktan ölüyor; bu sayıdan çok daha fazla insan açlığın eşiğinde besleniyor. Dünya ülkelerinin tümünün her doksan saniyede silahlanmaya harcadıkları para bir milyon doları geçiyor. Dünyanın yenilenemeyen kaynakları hızla tükeniyor…Ülkemizde her gün gencecik insanlar ölüyor…
İnsan hakları tüm dünyayı ilgilendiren vazgeçilmez bir konu haline geldi. Sorunlara farklı biçimlerde yaklaşmayı öğrenmek durumundayız. Savaşları ve ölümü kutsallaştıran eski inançlar, kurumlar, sistemler çatır çatır yıkılmaya mahkûm. Yeni sentezler, görüşler ortaya çıkarmalı, yeni sorular sormalıyız.
En önemlisi, insanlara güvenmeyi ve düşüncelerimizi değiştirmekten korkmamayı öğrenmeliyiz. Gerçek zekanın yeniliklere açık olmak olduğunu fark edelim. Karşılıklı güvensizliğe dayanan bireysel ya da uluslararası ilişkilerin sonunu getirmek bizim elimizde.
Yanlış tanrıların peşinde koşarak, birbirimizin politik, kültürel ve farklı bakış açılarını anlamadığımızda, onların tutumlarını sorgulayarak bizden farklı düşünenlere hemen damgayı bastık bugüne dek: Düşman! Onların da bizim gibi etten kemikten, düşünceleri, duyguları, sevgileri, korkuları olan insanlar olduğunu unuttuk hep.
Ama çok açık bir gerçeği, insanların çoğunun kendince seçtikleri yol ne olursa olsun herkesin karnının doyduğu üretken, temeli sevgiye dayanan doyumlu, insanca yaşanan savaşsız bir dünyayı düşledikleri gerçeğini yeni yeni görmeye başlıyoruz.
Bugüne dek insan doğasına bencil, çıkarcı, kötülüğe eğilimli olarak negatif açıdan baktık. Böylesine düşüncelerin, böylesine barbar bir dünyayı yaratması da doğal olacaktı. Ama düşüncelerimizle yaşamımızı şekillendirdiğimizin yeni yeni farkına varıyoruz.
Mağara devri atalarımızın yaşam mücadelelerinden gelen -genlerimize kaydolmuş- korkunun yerine özümüzde ortaya çıkmayı sabırla bekleyen sevgiyi bırakmanın zamanı geldi.
Dünya ailesinin bir ferdi olduğumuzu anlamanın, birbirimize düşmanca yaklaşmak yerine dostlukla yaklaşmanın yaratacağı güven, huzur ve sevgiyi tatmanın zamanı geldi.
Lütfen deneyin! Hiç sevmediğiniz, olumsuz duygular beslediğiniz birine sevgiyle, içtenlikle yaklaşmayı deneyin bugün. Ama hiçbir şeyin değişmeyeceği konusunda önyargılı olarak değil, olumlu beklentilerle yaklaşın bu insana.
Hatırlayın: O da sizin gibi reddedilme korkusuyla dolu, o da sizin gibi sevgiye hasret.
Sevgi pınarından bir tas sunun. Kendi içinizdeki sevginin çoğaldığına ve bunun sizi güçlendirdiğine tanık olacaksınız.
Nil Gün