Dağ taş doğal tarım cenneti oldu gördüğüm kadarı ile… Kısa bir İstanbul seyahatinin izlenimlerinden biri budur. Pazarlara falan uğradım gelmişken. Kime sorsan, kiminle konuşsan atalık tohum kullanıyor. Bahçeler asla ilaçlanmıyor. Herkes dağlarda kekik, meralarda inek peşinde… Arıları sorsan 2500 rakımın altında kanat çırpanı yok. Asla ilaç, şeker beslemesi yok. Yok da yok… Sorduğunuzda pazarda, markette sağlıksız tek bir şey yok…

Yetiştirmek, uğraşmak, Anadolu’da yaşamak zor biraz. Üstelik al orayı, dik, bekle, öde, öde, öde filan… İşin bu yönleri de zor. Kolayı da var oysa… Belli ki İstanbul’daki her uyanığın, Anadolu’daki köylü teyze, köylü dayılarla bir akrabalığı var. Okuduğum her hikâyede meyveler meçhul bir köylü dayıdan geliyor. Hatta reklamlara bakarsanız o köylü dayılar işi büyütmüş halde; binlerce ton meyve suyu üreten tesislere pırıl pırıl kasalarda, pırıl pırıl meyveler yetiştiriyor. Hep ”ana sütü gibi tertemiz” vurgusu… Maşallahı var gıda üretimimizin.

İnternet üzerinde bir de romantizm ki sormayın gitsin… İlham vere vere bu uyanıklara verdiğim için suçlu bile hissediyorum kendimi. O derecelere vardı ki her hafta sonu ben gibi yazmaya çalışanlar, hatta yazmaya bile çalışmayıp kopyala-yapıştır işlerine girenler çoğunlukta. Bu aralar bundan da ileri gidildi. Sonra sonra farkında vardığım yeni bir peynir markası türedi: İpek Çiftliği!

Bu uyanık girişim, zincir marketlerde marka tanınırlığı ile ilerledi. Emeğimiz üzerinden prim yaptı. Yüzlerce fotoğraf aktı bana, ”Bu sizin mi?” filan… Elbette değil. Üstelik İpek Hanım Çiftliği uzun yıllardır tescilli bir marka. Kanun diyor ki bir markanın içinden kelime atarak farklı bir marka oluşturamazsın. Gelgelelim nasıl olduysa bu da becerildi bu ülkede. Uğraşıyoruz hukuki yollardan. Tekrar yazıyorum ve rica ediyorum; emeksiz yemeğe prim verilmesin ne olur… Zincir marketlerde ”İpek Çiftliği” markası ile satılan peynirlerin bizimle zerre kadar alakası yok. Müşterime bile yetmeyen sütümle, peynirimle market raflarına girmem şimdilik uzun soluklu bir hayal… O çapta dev üretimleri becermek benim değil, endüstrinin kabiliyetleri arasında.

Bu kabiliyet köyleri, tarımı, özgür ruhları, özgür oyları, güveni ve kişiliğimizi de kazıyan; yerine bizim olmayan bir kültür ile besleyen kabiliyettir. Beslendiği kaynak da bütün dünyada aynıdır. Büyük bir patronumuz var.

Öyle bir algı yerleştirildi ki şimdi anneanne salçası dendiğinde içerik değil görüntü beliriyor zihinlerde. Ne idüğü belirsiz domates tohumundan her türlü katkı ile üretilmiş salçalık, oynanmış domateslerden salçaya benzer bir şey çıkıyor. O çıkan şey pötikare bir patiska ile sarılıp sicim ile bağlandığında ”doğal” oluveriyor.

Market rafında anneannenizin reçelini mi arıyorsunuz? Raflardaki tüm reçellerin içeriklerine bakın. O algı ile satılan reçellerin içerikleri, endüstriyel reçeller ile birebir aynı. Farkı? Pötikare bir kumaş ve sicim… Zaten bizi bitiren de yapıyor”muş”, ediyor”muş”, seviyor”muş”, çalışıyor”muş”, kahraman”mış” durumları olmadı mı hep?

Biz dikkatimizi bu saçmalıklara verirken gerçek köylüden bihaberiz. Gerçek üreticiler, binlerce yıllık tarihi olan ağaçlar, teknikler, peynirler, sebzeler son hızla kayboluyor. Tariflerimizden, yemeklerimizden, sofralarımızdan oluyoruz. Kimi arıyor, kimi taklit ediyoruz? Bu sorunun yanıtını kendimiz bile bilmiyoruz. ”Geçmiş ola…” diyesim geliyor ama bu ”geçmiş ola”nın muhatabı da bu satırları okuyanlar değil. Biz, birbirimizi tanıyoruz. Söylenenlerden değiliz. Söylenmek yerine söyleyenlerden olmayı hep yeğledik. Uzun bir yürüyüş bu… Kısa zamanda olmaz ama adım attığımız her yerde bir şeyler değişir.

Değiştirmeyi hayatına yol seçen, yoluna ışık tutan bir genç kadın ile tanıştık geçen sene: Melike Hemmami.

”…arada sırada sizlerden ürün alanlardan biriyim.” diye girdiği bir e-posta ile başladı her şey. ”Düzenli siparişlerim olmasa da düzenli olarak gönderdiğiniz e-postaları sonuna kadar okuyup üzerinde düşünüyorum. (Cidden)” diye devam ediyordu.

”2000’li yıllardan beri doğa koruma alanında, çeşitli STK’larda çalışıyorken geçtiğimiz sene artık durma kararı aldım. (…) Geçen Nisan’dan beri danışmanlıklara devam ediyorum ama bir de 40 yaşımdan sonra öğrenciliğe dönme kararımı da hayata geçirdim. Size yazma sebebim de bununla bağlantılı. (…)

Geçtiğimiz Mayıs’ta İngiltere’deki York St. John Üniversitesi’nde master programına yazıldım. Programın adı Leading Innovation and Change; İnovasyon ve Değişime Öncülük Edilmesi. (…) Daha çok iş dünyası için tasarlanan bir eğitim olsa da katılmamdaki neden iş dünyasının yönetim teorilerinden kırsal kalkınma alanına neler alabileceğimi görmek istememdi. (…)

Tüm dersler verildi ve şimdi araştırma sorumu geliştirip tez aşamasına geçiyorum. Aslında uzun süredir İpek Hanım Çiftliği’nin kalkınma modelini literatürle destekleyecek şekilde anlamak/çıkartmak fikri keyifli geliyordu. (…) Kabaca aklımda olanı aktarayım:

İpek Hanım Çiftliği’ni inovasyon, değişim ve liderlik açısından analiz etmek. Bunun sonucunda da yeni bir model çıkacak ya da literatürde varolan bir modeli destekleyecek.”

Melike geldi çiftliğe, uzunca bir süre boyunca da bizim yapımızı kendi yöntemleri ile inceledi. Hatta bizimle beraber çalıştı. Melike Hemmami özel bir kadın. CV’sinde değişik STK’lar var. Bir dönem Buğday Derneği ve hatta TaTuTa olayı da var. Bunca görgü ve tecrübeden sonra tezine bizi layık görmesi de bizim onurumuz.

Buradan bu tez haberini paylaşmam iki sebepten: Biri, süper egomun sesi ile bunu seslendirmek istemem. Sosyal sorumluluğunuzdur sizin; iyi bir iş yapabilme duygusunun dağılması, tarımsal kişiliğin, özgür oyların yayılması… İstilacılara dur demenin gerçek bir yolu varsa bana göre budur.

Diğer sebebi de İD’imin sesi ile seslendireyim, -artık kusura bakmayacaksınız-: ”Ey kötü ruhlu, kötü huylu çakma akılsızlar… Madem taklide soyundunuz, bari adam gibi yapın. 100 metre olsa da bir toprağınız olsun. Ekin, dikin, Hanya’yı, Konya’yı bir anlayın. Google görsel aramadan alınan tarla, ağaç fotoğrafları ile olmuyor bu iş. İftira kampanyaları ile de olmuyor. Dokuz yıl oluyor neredeyse. Dokuz yıl uğraştınız. Yok işte, olmuyor. Kara para aklayan mafya olduğum hikâyeniz tutmadı, Keskinoğlu’ndan yumurta alıyormuş onu gönderiyormuş hikâyeniz tutmadı, ‘Ay o kadın var ya o kadın…’ diye başlayan hiçbir şey maalesef ki tutmadı. Biraz daha yaratıcılık rica ediyorum artık… Yalan hızlı koşar ama gerçek onu daima yakalar. ” Oh be…

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/madem-yapacaksiniz/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/madem-yapacaksiniz/" data-text="Madem Yapacaksınız" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/madem-yapacaksiniz/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1997 yılında, çok sevdiği Ege’ye yerleşiyor Pınar Kaftancıoğlu. Önce Kuşadası’nda geçen birkaç yıl, ardından Aydın-Nazilli’de bir doğal kaynak suyu fabrikasını işletme, kızının doğumu, işlerin stresinden bunalıp fabrikayı devretme derken otuzlu yaşlarının sonunda emekliliğini ilan ediyor!</p> <p>Nazilli’de anadan kalma bakımsız araziyle birkaç zeytinliğini ıslah edip şu an yaşadığı çiftlik evini inşa ettirmeye karar veriyor. Komşuların yardımıyla yaylalardaki irili ufaklı araziye çekidüzen veriyor. Tarlalar sürülüyor, köydeki ineklerin dışkılarıyla gübreleme yapılıyor, dağ köylerinden hediye gelen fidanlarla tohumlar ekilip dikiliyor.</p> <p>Ve tarlalarda ilk ürünler çıkmaya başlıyor.</p> <p>“Kızım, İpek artık Milupa’nın ‘organik’ etiketli kavanozlarına mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Zeytinden ve zeytinyağından bol şeyimiz yoktu. Bahçenin orasında burasında kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domates ile alakası olmadığını anladım. Havuçlar, marullar, fasulyeler, börülceler&#8230;”</p> <p>İpek Hanım Çiftliği böyle kuruluyor.</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This