Geçmişe yaptığım yolculuktan sonra evren bana bir hediye sundu. Sanki 24 yıllık çözülmenin içinden geçmem için herkes saygı duruşundaydı ve yukarıdan(!) gelmiş bir işaretle daha ılımlı davranır oldu.

Ne tartışan vardı ne de bana yüklenen biri…

Bir süreliğine zihnimdeki konuşmalar haricinde çevremdeki her şey durmuştu.

Bense iki gün iyi isem, üçüncü gün patlamalar yaşıyordum. Görüntüler zihnime hücum ederken akmayan gözyaşlarım sel oluyordu.

Hatırlanmak istenen o kadar çok şey vardı ki zaman zaman yeter artık durun, ne olur teker teker gelin diyordum.

Bu yüzden ne son yolculuğumun, geçmişin içinde kalmak istedim ne de kendime yüklenmek… Yine de her şeyden uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Haritadan bir yer seçtim. Harita bu sefer Amasya’yı gösterdi.

1.GÜN

Otobüse bindiğimde firmanın ismi dikkatimi çekti. Mis Amasya Tur… “Burnuma güzel kokular geliyor,” diyerek gülümsedim.

Yolda notlarımı almayı ihmal etmedim. Güvenle içiniz, Özgürlüğü hissedin, Lider, Baktat, İrem, Hayat yolu…

Yolun sağ tarafı tek bir şeyle bezenmiş, güne bakan ya da diğer adıyla ayçiçekleriyle… Sanki gökyüzündeki güneş yeryüzünde kendine bir cennet bahçesi yaratmış…

Hiç bu kadar ayçiçeğini bir arada görmemiştim. Bu güzelliği hayranlıkla seyrederken yanımda oturan kadın, şeker pancarının toprağı yorduğunu, bir sonraki dönem topraktan daha iyi verim alınabilmesi ve yorgun olan toprağın hafiflemesi, dinlenmesi için bu tarlalara ayçiçeği ekildiğini söylüyor.

Toprak bile yorgunluğunu atmak zorundaydı!

Yol bozuktu. Bozuk yol ise geçmişin içindeki huzursuz edici düşünceler gibiydi… Üzerinden geçtikçe sarsıyor, sarstıkça da sürekli hoplatıyordu insanı. “Bozuk bir yolun sonunda neler var?” diye düşündüm.

Şoför, siz burada ineceksiniz dediğinde bir benzin istasyonundaydım.

Yakıt alıp, depoyu doldurmam mı gerekiyordu? Yani arabam  yolda kalabilir! Peki, yakıtım ne?
 
Etrafta benzinlikten başka bir şey yoktu. Nereye gideceğimi şaşırdım, gösterdiği ara yola döndüğümde ise koca bir pano ile karşılaştım. Gülümseyen bir şehzade resmi ve Şehzadeler Şehrine Hoş Geldiniz yazısı. “Hoş bulduk, hoş bulduk ama iyi saklanmışsın” deyip gülümserken bir an burası gizlenen ve içinde büyük bir sürprizi barındıran bir şehir gibi geldi.

Amasya, İris diğer adıyla, Yeşilırmak nehrinin iki kıyısında kurulan, insanı kucaklayan, huzur veren, şirin bir şehir…

Hemen kalacak bir yer buldum. Odama giderken duvarda bir yazı, “Depremle yaşamasını öğrenmeliyiz!”

Sen ne çok şey biliyorsun küçük şehir? Ama uyarını dikkate alacağım, emin ol.

Artık geçmişimden korkmayacağım ve acılarımı içimde tutmayacağım. Hıçkıra hıçkıra da olsa gözyaşlarımı akıtacağım.

Hazırlıklı olamasam da zaman zaman hayatımda depremler olacaktı. Ama her enkazın altından çıktığımda, yaşadığım ve nefes aldığım için şükredecektim.

Bu depremlerin ardından artçı sarsıntılar gelse de hiçbir zaman ilki kadar şiddetli olmayacaktı.

Sağlam olmayan bir zemin çökmek zorundaydı.

Gecikmiş duygular deprem etkisiyle yaşanacak ve geçen her deprem yeni başlangıçları da getirecekti.

Her şeyi yeniden inşa etme fırsatını!
 
Şehri gezmeye başladım. Amasya’nın dağdaki gözlerine, Kral Kaya Mezarlarına çıktım. Kral Kaya Mezarlığında 3 kapı var. Ana kapı ve içeride sağa ve sola ayrılan iki kapı daha… Fiziksel iki gözümüz ile ruhsal gözümüz gibi…

Sağdaki ve soldaki kapılara yöneldiğimde içerisi yüksek ve karanlık… Ürperten bir duyguyla insanı küçücük hissettiriyor. Geçmiş ve gelecek hakkındaki düşüncelerimizi nasıl da yansıtıyor. Yaşanmışlık ve bilinmezlik… İkisi de çoğu kez bizim için karanlık ve ürpertici! Bu kapılarda ne kadar kalacağına karar vermek ya da bu düşüncelerle ömrü tüketmek!

İkisi bir süre insanın elini kolunu bağlasa da onları arkana aldığın an tek çıkış kapısı hemen yanı başında.

Ve orada ışık her zaman mevcut! 

Tüm korkuya, karanlığa ve ürkmeye rağmen…

Önemli olan ışığın varlığını unutmamak! Yeter ki yönünü belirle ve o kapıya yönelmek iste… Her zaman bir çıkış kapısı var, ana kapı!

Geçmişin içinden geçiyordum korktuğum kadar değildi. Oradan geçerken de bilinmezin, geleceğin içine girmiştim o da ürkütücü değildi.

Gözler, nasıl bakarsa öyle görüyordu.

Seçim daima bize ait!

O an uçan kuşlar düşüncelerimden sıyırdı beni. Kuşlar… Onları hep sevmişimdir. Neden kuşlara baktığımda hep onlar gibi olmak istediğimi düşündüm. Neden mi? Yükselmeden, kanat çırpmadan önce önünde duran ya da durduğun her şey kendinden büyük gibi görünür. Oysa kanat çırpmaya başladığında ve yükseldiğinde, o engel gibi duran şey gittikçe küçülür ve önemsizleşir.

Kanatlarımı çırpmayı öğrenirken, bazen her şeyi zorlaştıranın zihnimiz olduğunu fark ettim.

Etrafa baktığımda caddelerinde yürüdüğüm, bilmediğim, karışık gibi görünen bir şehrin, bulunduğum noktada kendine göre bir düzeni var.

Bilmediğim için bana karışık geliyor.

Bazen içimize giden yolları da gerçekten bilemiyoruz.

Karmaşa olarak yaşadığım şeylerin zamanla bir düzeni oluşturacağını düşündüm. Bir süre sonra taşlar yerine oturacaktır. Çünkü dünümle bugünüm artık aynı değil. Kendimi aynı(!) yerdeymiş gibi hissetsem de aslında büyük bir adım atmıştım.

Parçalarımdan bütüne doğru gidecek yolu Tanrı bana gösterecekti. Zamana ihtiyacım vardı. Varsın aksın düşünceler, hatırlanmayan hiçbir şey kalmasın. Bu süreç böyle bir süreçti demek ki…

Oradan ayrılıp, Amasya evlerine ait müzeleşmiş bir konağa gittim. Hazeranlar Konağı… 1979 yılında restorasyonu yapılmış, yani 23 yıl önce… O günden bugüne koruma altına alınmış! Çocukluk travmamdan bir yıl ya da birkaç ay sonra!

Bu bir tesadüf mü !?…

Konağı gezerken küçük bir odanın kapısındaki yazıyı görünce daha da çok şaşırdım,  “Anı Odası” Anı odası, anılar için özel bir oda planlamak, çok ilginç! Özenle döşenmiş bu odaya baktığımda, ne kadar önemli ki bunun için ayrı bir oda düzenlenmiş, diye düşündüm.

Herkesin bir anı odası var demek ki ya da olmalı…

Anılar öyle ya da böyle yaşamın içinde… Ne kaçış ne de kurtuluş var. O sadece orada, diğer odalardan biri… Yaşanmış, yaşanacak ve hayatın bir parçası, kendi hayatımızın bir parçası… Belki de bizi “biz” yaptığı için çok önemli!

Odanın içinde bir de sandık var. İstediğin zaman o sandığı açıp neler biriktirdiğine bakmak, havalandırmak, yıkamak, kullanmayacaklarını çıkarmak, beğendiklerini korumak… Ya da varlığını yok saymak, unutmak, bir daha hiç açmamak üzere kilitlemek… Bazen de odanın perdelerini açıp o odaya ışığın girmesini sağlamak ve perdenin arkasındaki manzarayı görebilmek ya da o odanın perdelerini sıkı sıkıya kapatıp siyahı oraya yakıştırmak!..

Geleceğin anahtarı olan bu anı odası ile ne yapılacağı sadece kişiye özel!

2. GÜN

Öyle derin ve huzurlu uyumuşum ki… Tekrar dışarı çıktığımda Amasya Müzesi diğer adıyla Mumyalar Müzesindeydim. Müzede sekiz adet mumya… Mumyalarla ilgili bir yazıyı okuyunca tüylerim ürperdi.
“Kimliklerinin belirsizliği bir yana yüzlerindeki ifadeler, insana çok şey anlatıyor. Özellikle çocukların yüzlerinde, hayata doymamışlığın masum ifadesini üzülerek görmek mümkündür. Öyle ki gözleri açık ölmeleri de bunu göstermektedir besbelli…”

Çocuklar! Çocuklar! Çocuklar! Hayata doyamayan, gözleri açık giden çocuklar!

İster yaşıyor olsunlar ister ölmüş, ruhen aç bıraktığımız, karanlığa gömülen çocuklar! Çocukluğunu yaşayamayan ya da hissetmeyi unutan çocuklar!

Bir zamanlar çocuk değil miydik? Yaşadıklarımızdan dolayı kendi kendimizden korkar olduk. Belki de zaman zaman ne kadar büyüsek de aynada kendi yüzümüzün ifadesine bakmak! Yaşarken ölmemek için, masumiyetimizi, özümüzü korumak için… Diğer aleme giderken de yaşarken de gözlerimizin açık kalmaması için… Başımıza ne gelirse gelsin hayatı doya doya yaşamayı öğrenmek, verilen bu hayatı kutlamak için… Çünkü hem fiziksel hem de ruhen ölümün ne zaman ve nasıl geleceğini bilemiyoruz!

Nedensiz çıktığım bu yolculukta ilk kez geride bıraktıklarımı, sevdiklerimi özlediğimi hissettim. İçimde inanılmaz derecede sevdiğim insanlara, hayatıma katkısı olan insanlara ulaşma isteği oluştu. Bu sefer bunu çok yoğun hissettim. Sevdiklerimi özleten bir duygu… Sevdiklerim ve beni sevenler… (Bunları düşünürken aynı şehirde yaşadığım kız kardeşim aradı. Beni merak etmiş, endişelenmiş.)

Bir an onlarsız hayatımı düşündüm, hiç hoşuma gitmedi.

Akşam orada ilk kez, tek başıma geç saatlerde bir yere gittim. Adı Bimarhane… Bimarhane eski adıyla şifahane, tıp medresesi… Şifanın doğuş yeri… Kurucusu ise Şerafeddin Sabuncuoğlu. Fatih Sultan Mehmet döneminin ünlü bir doktoru ve tıp bilginiymiş. 14 yıl hekimlik yapmış. Ruh ve sinir hastalıklarını iyileştirmede müzik ve suyu (daruşşifa) kullanarak tedavi uygulamış.

Bimarhane, günümüzde belediye konservatuarı… Kapı girişinde hangi müziğin hangi hastalığa iyi geldiğini yazan bir yazı.

Nihavend: karın bölgesi, kan dolaşımı ve tansiyon
Rast: baş, gözler ve felç
Rehavi: baş ve gözler
Hüseyni: iç organlar, kalp, ide ve karaciğer
Hicaz: ürogenital sistem ve böbrek hastalıkları
Acemaşiran: doğum öncesi meydana gelen ağrılar
Uşşak: damla hastalığı nedeniyle ortaya çıkan ağrılar
Segah: kalp ve beyin
Buselik: karın bölgesi, kaslar, kan dolaşımı ve tansiyon
Isfahan: kadın hastalıkları
Neva: kalça ve bel ağrıları, kadın hastalıkları
Büzürk: ateşli hastalıklar
Zirefgend: sırt ve mafsallarda meydana gelen ağrılar
Zengüle: kalp, beyin, mide ve karaciğer hastalıkları, kalça ve bacak eklemlerindeki ağrılar
Irak: konsantrasyonu arttırıcı, inatçı kişileri sakinleştirici
Saba: cesaret, kuvvet ve rahatlık hissi veren.

Müzik ve su!

Müzik ruhun gıdasıdır!”,Su hayattır!” sözünün kanıtları buradan esiyor. Asırlar öncesinden beri insanlara şifa veren!

Benim yaşamımda da ruhumu, bedenimi ve düşüncelerimi arındıran ve canlandıran… En zor anlarımda bana güç olup, nefes aldıran, yol açan ikili.

Yaşadığım sürece ne müziksiz ne de susuz kalmak isterim.

Küçük tabureleri ve masalarıyla, genç, yaşlı, çoluk çocuk herkesin toplandığı bir yer… Oraya gelen insanlar iç içe… Çok sıcak bir ortam, müziğin birleştirdiği ve huzur bulduğu insan topluluğu…

Gençleri, konservatuar öğrencilerini dinledim, çok güzel bir geceydi. “Gençlik elden gidiyor” deyip gençliği kötüleyen bazı büyüklerin bu küçük yerde, onları izlemelerini ve dinlemelerini isterdim.
 

3.GÜN

Amasya’da daha önce gittiğim dört yolculuğumdan (Bursa, Amasra, Kastamonu ve Dinar) küçük esintiler vardı.

Etrafımda belirsizlik kokarken belirsizliğin kendi mucizesini, her yolculuğun bir öncekinden daha da farklılığını, Tanrının planlarının mucizelerle dolu olduğunu ve zaman zaman geçmişin içinden de geçilmesi gerektiğini hatırlatan esintiler.

Ferhat ile Şirin öyküsünün çıkış yeri olan, bir zamanlar susuz bir kent olarak bilinen, dağlardan akıp gelen Yeşilırmak ya da İris (eski Yunancada gökkuşağı anlamında) nehriyle bu şehir, bana suyumu ve renklerimi görmem için bir fırsat oluşturdu.

Ben, zihnen, bedenen ve ruhen yorulan ve yorulduğunun farkında olmayan, her şeye koşarak yetişmeye çalışan biriydim. Eğer bir yaşanmamışlık varsa tüm hızınızla koşarsınız.

Yaşanılanların değerini bilmek gerekiyor ama bunu koşarak yapabilir miydim?

Neye geç kalıyordum ki?

Koşarken gözden kaçırdığım birçok şey olamaz mıydı?

Enerjimi toplayamazsam yol alabilir miydim?

Ayrıca her yolculuğun bir sonu vardı. Bu yolculuk bile çok güzel olmasına rağmen bitmek zorundaydı.

Eğer bitmezse yeni yolculuklara çıkabilir miydim?

Her yolculuğu içimize sindirmek gerekiyor ama bazen bir önceki yolculuğun içinden geçerken başka bir yolculuğun içinde bulabiliyoruz kendimizi. Bu da yaşamın her an hareket halinde olduğunu kanıtlar gibi.

Bazen çırpınsak da her şeyin bu yola götürdüğü bir yolculuk mu yaşananlar?

Bilmiyorum…

Belki de düşünce olarak bir şeyleri takip etmek zorunda değilizdir! Belki de yaşamda bir süreklilik yoktur, açılan ya da kapanan kapılar vardır!

Belki de hazır olduğum zaman Tanrı bana, gereken zamanı zaten kendi zamanında verecektir!

Hayat yolunda hamdım, pişiyordum.

Hala bedenim ve zihnim geçmişin ağırlıklarıyla uğraşıp acı çekerken sanki bir tarafımda şu anki durumdan mutluydu. Daha önce hissetmediğim bir şey, aynı anda zıt duyguları yaşamak!

Anladım ki bu şehir, düşünceler zihnimden akarken onların akışına da izin vermem gerektiğini söylüyor ve zor yollardan geçerken arada bir dinlenmenin önemini vurguluyordu.

Toprağıma şeker pancarı ekilmişti ve ayçiçeğine ihtiyacım vardı. Hem yılların yükünü taşımaktan hem de onları teker teker bırakırken yorgundum.

Toprağım, cennet bahçesini yaratmak için dinlenmeliydi!

Fark ettim ki koşsam da içimde depremler yaşansa da en doğal hakkım olan ve çok önemli bir şeyi unutmamak gerekiyordu.

Hayat yolunda bir an durmak, mola vermek…

Kendime bir mola vermek!

Mola…

İşte yakıtım buydu…

Bir an durmak ve nefes almayı hatırlamak, dinlenmek, yaşadıklarımı gözden geçirmek, yeni bakış açılarını içime sindirmek, hayatta neyin önemli neyin önemsiz olduğunun farkına varmak, gücümü toparlamak ve kaldığım yerden yoluma tekrar devam edebilmek…

Dinlenmeyi de öğrenmeliydim. Çünkü bunu hak ediyordum. Bu, fırsat yaratıp kendime sunabileceğim, verebileceğim en güzel hediye idi!

DUR!
 
Oradan ayrılırken Amasya arkamdan sesleniyordu. “Molayı unutma, molayı sakın unutma!”

Unutmayacaktım küçük şehir unutmayacaktım.

Çünkü hayat, küçük detaylarda saklıydı!

Share This