“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin” diye sormuş Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya. “İşin kolayına kaçmadan ama” diye de eklemiş ve mutlu insanları, durumları saymış:
Gül yanaklı bebesini emziren
melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne
mavi yosunlu akvaryumda yüzen kırmızı balığın
ne de al çeperli elmanın,
1961 yaz ortasındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çünkü biliyormuş mutluluğun resminin mutlu insanlardan, mutlu balıklardan, güzelim al çeperli elmadan daha büyük, onları içine alan ama onlarla sınırlanamayan, onlarla yetinmeyen bir şey olduğunu.
Şimdi bana öğrencilerim geliyorlar ve şu soruyu soruyorlar: “Bana mutluluğun reçetesini yazabilir misin hocam?”
Öyle bir reçete olsun ki ben bütün kaygılarımdan sıyrılayım, insanların didişmelerini dudağımın kenarında anaç bir tebessümle izleyeyim, akıl soran olursa bir cümle ile dünyanın ıstırabına son vereyim.
Hocam bana böyle bir halin reçetesini yazabilir misin?
Mutluğun reçetesinde paranın pulun, şan ve şöhretin mevcut olmadığını artık hepimiz pekâlâ biliyoruz. Hayatımızı kuşatan filmler, kitaplar, araştırmalar, makaleler bize mutluluğun maddiyatın dışında bir yerlerde olduğunu ezberlettiler artık. Çok zengin, çok ünlü, çok başarılı ünlülerin peşi sıra gelen intiharları da “para pulla mutluluk olmuyor” klişesinin kolay senaryo formülü değil, hakikatin ta kendisi olduğunu hatırlattı.
Mutluluk maddiyatta değilse maneviyattadır o halde dedik biz de.
Dedik ve işlerimizi ve kimi zaman eşlerimizi bırakıp, topuklu pabuçlarımızı elimize aldık, yüzükleri attık, çıplak ayaklarla koştuk hocalara, hacılara, cadılara, gurulara, mutluluğun reçetesini ellerinde tuttuğunu düşündüğümüz bilge kişilere. Sonra çarptığımız diğer bir duvara karşı, yalın ayak, bir elimizde ince topuklu ayakkabımız, diğer elimiz başımızı kaşır vaziyette yapayalnız durduk kaldık.
Beni yolda çevirip sorsalar ve hayalindeki ideal hayatı bize anlat deseler hiç duraksamadan anlatacağım bir hayatın içinde yaşıyorum son iki haftadır. Ege denizinin ortasında, iklimi ılıman, balığı taze deniz kokan, mavi, beyaz ve yeşilin birbirine karıştığı, en yüksek binanın üç katlı olduğu bir adadayım. Çok sevdiğim hayat arkadaşım yanımda, çocuklarım saydığım öğrencilerim daha yeni ayrıldılar buradan… Mutluluğun resmi benim için bu değilse nedir?
Ama ben her zamanki gibi hissediyorum kendimi. İstanbul’da soğuk, gri bir günde metrodan tünele koşarken hissettiğim haller içindeyim. Kâh sıkıntılı, kâh kaygılı, kâh pür neşe… Bir de üstüne kendime kızıyorum. “Mutluluğun resmi içindeyken kaygı duymaya ne hakkın var” diyorum içimden. Kaygı duymak ancak şikayet edecek bir şeyleri bulunanların hakkıdır çünkü. Oysa mutluluğun reçetesinin tam da oradan, kaygıyı da neşe kadar tabii karşılayıp, kucaklamaktan geçtiğini bilecek kadar uzun koştum ben bu yollarda.
Mutluluk başımıza gelen iyi bir şey değil, cesaretle yarattığımız, çabayla muhafaza ettiğimiz bir durum aslında. Aşk gibi, sevgi gibi. Memnuniyetsizliğe programlı beyinlerimizi her gün saat kurar gibi yeniden yeniden düzenlememizi gerektiren sonsuz bir faaliyet. Memnuniyetsizliğe meyleden zihni yakalayıp, onu şefkatle kucaklamak, hayata dair güzel, şükran duyulacak mini mini bir şeyi görmek, göstermek… İşin kolayına kaçmadan… Meşakkatli iş mutluluğu yaratmak… Bir cennet köşesine kapağı atmakla yetmiyor.
“Çok şükür, çok şükür
bugünleri de gördüm
ölsem gam yemem gayrinin
resmini yapabilir misin üstad?”
demeyi de öğrenmek gerekiyor…