Bir gün bir gazeteci Stephen Hawkings’e o ana dek hiç kimsenin sormadığı bir soru sorar: Mutluluk Nedir?
Mutluluk “anlamaktır” der Hawkings.
Evet, mutluluk anlamaktır.
Ama neyi ne kadar ve nasıl anlamak?
Belki de sorgulamamız gereken temel soru bu olmalı. İnsan binlerce yıldır bu uğurda büyük mücadeleler verirken psikoloji de insanlığın bu bitmek tükenmek bilmez çabalarının ardında yatan temel dinamikleri anlamaya çalışıyordu.
Böylelikle zaman içinde psikoloji bilimi insan tabiatını anlamaya ilişkin bazı kuramlar geliştirir. Kuramlar ekollere, ekoller ise yandaşlarından aldığı güçle bazı katı disiplinlerin oluşmasına neden olur. Zaman zaman kuramlar arasında geçişlerin olduğunu ve birbirlerini tamamlayarak anlamlı, kanıtlanabilir bulgulara ulaşılabildiğini görmekteyiz. Her iki durumda da psikoloji bilimi her geçen gün daha ileri bir noktaya doğru yol almaktadır. Lakin benim vurgulamak istediğim paradigma, psikolojinin her geçen gün daha fazla diğer bilim alanlarının etki alanına girdiğine ilişkin.
Öncelikle bu ne anlama gelmektedir? Bunu tartışalım.
19.yüzyılda bir manastırın bahçesinde bezelyelerle yaptığı çalışmaları sabırla yürüten Gregor Mendel, bulgularını içeren ve uzun bir süre hiç ilgi görmeyen makalesinin, yüz elli yıl sonra dünyada ilgi odağı olan “genetik biliminin” temel taşlarından birini oluşturacağını düşünebilir miydi?
Günümüzde baş döndürücü bir hızla ilerleyen genetik-moleküler biyoloji araştırma sonuçları, yakın gelecekte sadece tıp, biyoloji, biyoteknoloji gibi alanlarda değil, tarih, sosyoloji, antropoloji ve elbette psikoloji gibi alanlarda da bazı bilgilerimizi yenileriyle değiştirmemize yol açacak.
Ya kuantum fiziği konusundaki gelişmeler ve bu bilimin algıladığımız, gördüğümüz gerçeğin ne kadar gerçek olduğu sorusuna verdiği yanıtlar!
Durun daha bitmedi. Araştırmamın kapsamını sınırlamam nedeniyle klonlama, tıbbi biyomalzemeler, biyosensör, biyoçip ve nanoteknoloji alanlarında kaydedilen inanılmaz gelişmelere giremiyorum.
Ama şu bir gerçek ki psikoloji bilimini bundan böyle kendi alanına hapsederek ilerletebilmek mümkün olmayacak. Belki de gelecekte yapay zekaya sahip bir robotun da psikoterapi ihtiyacı olacak ve bu alanda çalışan nanopsikologlar yoluyla bambaşka psikolojik kuramlar ortaya atılacak.
Çok değil, belki de yirmi yıl sonra! Yani doktorunuzun yerini bir mikro-işlemci alabilir. Eğer onun yeri doldurulabilecekse senin yerin de benim yerim de doldurulabilir!
O halde insan doğasını anlamaya ilişkin çabalarımıza ne olacak? Peki ya mutluluğa ilişkin özlemlerimiz, bu çabalar sekteye uğradığında, hayal kırıklığıyla mı sonuçlanacak. En iyisi bunu kabul edip, her ne olursa olsun mutlu olmaya karar vermek.
Alfred D. Souza der ki “Uzun zamandan önce hayatın -gerçek hayatın- başlamak üzere olduğu izlenimine kapılmıştım. Fakat her zaman yolumun üzerinde bir engel, öncelikle erişilmesi gereken bir şey, bitmemiş bir iş, hizmet edilecek zaman, ödenecek bir borç oldu. Sonra hayat başlayacaktı. Sonunda anladım ki bu engeller benim hayatımdı.”
Belki de anlamamız gereken ilk gerçek bu olguda gizli. Bu görüş açısı bize mutluluğa giden bir yol olmadığını gösteriyor. Aslında mutluluğun kendisi bir yol. Murathan Mungan’ın dediği gibi: “Mutlu olmak için içinde bulunduğumuz ‘andan’ daha iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin. Mutluluk bir varış değil, bir yolculuktur. Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha alçakta. Unutmayın ‘yarın’ kimseye vaat edilmemiştir oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır.”
E. Aysan Doğaner