Nasıl, nasıl, nasıl?
Belki de hayatımızda en çok sorduğumuz sorulardandır. Çünkü severiz bir problemin çözümünde en azından gidiş yolundan puan almayı. Mutlaka yol gösterenimiz, elimizden tutanımız olmalı ki ışığı görelim diye düşünürüz. Kimse yoksa yol gösteren, karanlık düşündürür yola başlamadan…
Gittiğim yoga kampının birinde bir oyun oynadık: Gözlerini kapatıyorsun ve sadece 30 metre kadar dümdüz koşuyorsun. Yol boyunca düşsen tutacak, yolun sonunda seni kucaklayacak insanlar olmasına rağmen o kadar çok kişi gözü kapanınca adım atmaktan korktu ki anlatamam -adım atanların çoğu kendini koşuyor zannediyordu bu arada.
Gözümüzle gördüğümüz, elimizle dokunduğumuz gerçekliklere bile şüpheyle yaklaşırken, görmediklerimiz için bu kadar güvensiz olmamız yadırganacak bir durum değilken nasıl oluyorsa her sabah güne uyanacağımıza dair net bir illüzyonumuz var. Torunlarını göreceğine, yaşlanacağına, yıllarca yaşayacağına emin birçoğumuz. Olabilecek her şey için bu kadar net yargılarımız varken karanlığın, bilmediğimiz bir alanın güvenli olmadığından da emin oluyoruz. Beyin matematiği her daim iki kere ikinin dört ettiğini düşünüyor. Bilim bunun aksini söyleyebildiği halde bile. Çünkü çoğumuza öyle öğretildi, bilmediğin yoldan gitme, risk alma! Öğrendiğimiz her şeyin doğruluğuna inandırıyoruz kendimizi farkında olmadan. İyi, kötü, güzel, çirkin, uzak, yakın kavramlarımız var ve esnekliğe pek de açık olmayan alanlarda kendimizi çoğu zaman daha güvende hissediyoruz. Her durumu etiketlemeye çalışıyor beyin, çünkü durum değerlendirmesi yapmak zorundayım diye düşünüyor adım atmak için.
Önümüzü göremiyorsak, kendimizden emin değilsek NASIL adım atabiliriz peki? Dünyada olup biten olumsuzluklar diye tanımladıklarımıza kendimizi NASIL bırakabiliriz güvenle?
Bu kadar kötü senaryonun konuşulduğu, savaşın tartışıldığı bir ortamda daha farklı bir ruh haline nasıl bürünebilir mesela?
Yepyeni ve farklı gerçeklikler yaratarak…
Beyin, bizim ona uydurduğumuz her masala inanıyor. Masal diyorum çünkü evet bu dünya üzerinde yaşadığımız, adına iyi, kötü, güzel, çirkin, ben başarılıyım, yeteneksizim… gibi uydurduğumuz her inanış bizim masalımız. Masalına kendini fazla kaptıranlar, dünya üzerindeki birçok şeyi trajik algılayabilirler. Hatta olan bitene kendinizce bulduğunuz çözümler veya bakış açıları bazılarının hoşuna pek gitmez; sizi atıl ve duyarsız bulma olasılıkları vardır. Dünyayı çiçekler, kelebekler mi kurtaracak diyen biri geldiyse yanınıza ona şöyle bir gülümseyin, silahlar kurtarıyor mu peki dercesine.
Ben de onlardan biriydim çok değil birkaç yıl öncesinde. Tek yol, sisteme olan öfkemizle yaratacağımız devrimdi benim için de. Bu arada hâlâ devrime inanıyorum sadece birkaç farkla! Öfkenin çözebileceği bir şeyler olsaydı Hitler belki de en sağlam devrimi yapardı dünyada. Sevgi bu dünyadaki en güçlü yaratım frekansıdır ve saf sevgi her şeyi dönüştürebilecek tek güçtür. Gerçek devrimi içinizde, sevgiyle dönüştüreceğiniz dünyanızda yaratın. Dışarıda gerçekleşmesini beklediğiniz her neyse çok uzun beklemek zorunda kalabilirsiniz. Değişmesini istediğiniz her ne görüyorsanız aynı durumun kendi içinizdeki yansımalarına bakın; dışarıda gördüğünüz savaş kendi savaşınız olabilir. Evrendeki her şey titreşimden ibarettir; titreşiminizle ne yaratıyorsanız hayatınızda da onu yaşarsınız. Karşılıksız sevginizin dönüştürdüğü huzurlu bir dünya için dümeni elinize alın çünkü kaptan sizsiniz. Ne düşündüğünüze, nasıl davrandığınıza biraz daha gözlemci yaklaşmak, yavaşlamak belki sadece bir günlüğüne bile bunu yapmak hayatınızdaki devrimin başlangıcı olabilir.
Gandhi’nin dizeleri satırlarca anlatmaya çalıştığımız şeyi ne güzel özetlemiş:
Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür.
Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür.
Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür.
Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür.
Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür.
Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür.
Karakterinize dikkat edin; kaderinize dönüşür.
Serap Bora Yüksel