Tekne gezisindeydim dostlarla, Ramazan bayramı da içinde olmak üzere şöyle bir on beş gün; minik minik Yunan adaları, Göcek, Marmaris, Çeşme, Ege’nin kuzeyi filan…

Güzeldi tabii, hem de çok güzel… Sarı yazlarından geçtim Ege’nin, yazı yazdıran… Güzel, güler yüzlüydü insanlar ve de sıcak… Yarenlik edebiliyordu herkes birbiriyle…

Şehre, şehirlerin en kocamanı İstanbul’dakine benzemiyordu hiçbir şey; ne merhabalar, ne de sohbetlerle bırakılan izler…

Derim hep; arkada çiçek, böcek, güneş, deniz, bulut olmazsa fenadır; ne dostluk dostluğa benzeyebilir çünkü naylon hayatlarda, ne aşk aşka…

Büyük alışveriş merkezleri, uğultu, karmaşa, klakson, kavga, gerginlik… Bu mudur insanın, insan ruhunun yakışığı… Cana başka şeyler lazım değil midir, büyüyebilmesi için…?

Neyse, böyle diyorum ama, makro mikro bağıntısı her yerde var…

Nedir o?

Şehirlere bulaşan, bulaşıp da kirleten ve hayatı tatsızlaştıran her ne ise, hayatın her alanına, bütün coğrafyalara da yapışmış durumdaydı tabii ki; ama ufak ama büyük…

Canım coğrafyalar, güzel tanışlar ve tanışmalar kadar, can sıkıcı şeylerle de karşılaşıyorduk; özellikle de Ege’nin kuzeyine doğru… Bir çay bahçesinde kulak misafiri olduğumuz şu konuşmalar mesela:

“Umutlar, tarih, doğa, ranta satıldı…”
“Gelecek kuşaklara bir şey kalmayacak!”
“Başkan bizimle ilgilenmiyor!”
“Bozulma dediğimiz şey, bir değişimin sancısı olmasın!”
“Böyle değişim mi olurmuş?”
“Ne yapmalı peki?”
“Beton yığınlarına sırt mı dönmeli acaba?”
“Çok geç!”
“Anılarımıza, köklerimize değme araçlarını çoktan kaptırdık biz…”
“Kaçımızın çocukluğunun sokağı, evi, çarşısı, meydanı, anıları duruyor ki?”
“Anılarımızın üzeri betonla kaplandığı için mi duygularımız betonlaştı yoksa?”
“Geçmiş olsun hepimize!”

Umudun ve doğanın yeşiline kan mı düşüyordu ne; sanki bütün yüzlerden kan yürüdü yerlere?!

Memnuniyet denen şey de vardı elbet o gibi yerlerde, ama sadece içki masalarında:
“Abi dün akşamki karı var ya, hani şu sarışın? Bir götürmüşüm bildiğin gibi değil!..”
“Ya benim günlerdir peşinde olduğum esmer?! Bir anlatsam; üffff!? Ama bana pahalıya mal oldu ha; pırlanta filan!..”
”Bu arada unuttum, hani şu deniz kıyısındaki bin dönümlük arsa var ya, vakıflara ait? Bir adam bulmuşum abicim, bize aracı olacak, biz de malı çok düşeşe götürcez!”
“Bir hortum ihtimali bulmuşum mevzuatlardan birinde, müthiş! Bekle kırışcaz…”

Hay Allah! Şimdi de,  sırtımızdaki güzelim dağların gözlerindeki, giderek büyüyen korkuyu görüyordum… Etekleri onların, vahşi öğretmenleri tarafından yol yol tıraş edilen çocuk kafaları gibi biçimsizdi, kelleşmişti… Merak edip sordum,

“Nedir korktuğunuz?”

Aşağıları gösterdi bana dağlar,
“Sahili boğan şu gözü dönmüş yığılma var ya… Hani eteklerimize de sıçrayan?… İşte o’nun bir gün gelip tepemize de mıçmasından korkarız biz!’

Kurumuş derelerden de incecik bir kan akıyordu ve çığlıklar savruluyordu gökyüzüne:

“Bu başkan sanki yerel padişah, talancı geleneğin uzantısı şeyler yapıyor…”
“İnsanlar yılda otuz-otuz beş gün oturabilsinler diye, bütün ağaçları kestiriyor…”
“O gelene kadar buralarda doğanın yeşili, umudu vardı… Şimdi bitti; bakın  kuruduk biz!”
“Bu da tarih ana ile doğaya ihanet ediyor…”
“Bizden söylemesi, böyle giderse çocuklarınız soluk alamayacak…”

Her şey, ama yeşili mavisiyle her şey, büyük bir hızla erimekteydi! Ben de mi kanıyordum ne…

Sordum arkadaşlara:
“Nereden çıktı bu adamlar ve niye?!..”
“Kelebek Etkisi diye bir şeyden söz eder meteorologlar; Pekin üzerinde uçan bir kelebek, aylar sonra Jamaika’da bir kasırganın oluşmasına katkıda bulunabilirmiş! Bu tip insanlar üzerine daha fazla konuşmasak, vaktimize yazık!?”

Anlaşılmıştı: rantı yüksek her yer insanı kirletiyor, herkesi kendine benzetiyordu… Ama gene de canımı sıkmayacak, hayatın bana sunduğu o diğer şeyleri, güzel olanlarını yani, ıskalamayacak, unutmayacaktım…

Share This