Genç kadın, Haydarpaşa tren garının tarih kadar gerçek, tarih gibi görkemli, ağır, büyük, işlemeli ve eski zaman kokulu, ayırmak için birleştirip birleştirmek için ayrıştıran kapısında…

Adımını, denize bakan, baktıkça deniz olan tarafa bir nefeslik attı. Yüzüne hırçın, şiddetli, darmadağın eden bir rüzgar çarptı. İstanbul,onunla konuşuyordu:

’’Ben hırçınım, tutkuluyum. Düzeni–ezberi bozar dağıtır, dağınığı düzeltir-düzerim. Ben, üşütürüm, üşüttükçe yakarım, eteklerini savurur, yönünü şaşırtırım.’’

Genç kadın korktu, soru işaretleri ile kapıdan geldiği, trenden indiği yöne dönüp andaki ömürlük süresince baktı. İstanbul’un, tanınamayan sevgilinin verdiği tedirginlik, merak ve çekiciliğindeki sesinden kaçmak istedi bir an.

Bu sırada kemanına nasıl da sıkıca sarıldığını fark etti. Kemanı umudu, varlığı, sesi, bildiği, kendine bildirdiğiydi. (Hele ki susmayı-dilsizliği seçen, sustukça derini duyan, sustukça konuşmayı unutup yay çekişiyle iç çekişini özdeşleştiren kendi için…)

Ve hayatta olmakta olan olmaya devam ederken, olana olduğu gibi bakıp olan olurken kendi, olup olup biteni, bittikçe olanı gördü.

Bir rakkasenin, yasemin kokulu baygın dansını, izlemeden geçilemeyecek müziksiz beden dansını andıran deniz dalgalarının salınışlarını gördü.

Rakkase, hızdaki tüketiciliğe, farkındasızlığa varmasını engeleyen denizkıranlar önünde ve içindeki fırtınayı gizleyen bakir bakışlı deniz koynunda, kendinden geçip kendine varmanın, vardıkça kendine daha çok kendinden kendine geçmenin hazzı ve büyüsüyle harlanıp yanıyordu ve yandıkça su toplayıp coşuyordu.

Ve olana kendini bırakıp yavaş yavaş indi merdivenleri; onu daha yakından görmek , görüp görüp körleşmek, körleştikçe duyumsamak için.

Küçük bir büfe gördü; iki esmer adamın işlettiği… Çay rengi nasılda geldiği yere aitti, adamlar nasılda toprağına benziyordu… Adamların gözleriyle buluşuverince gözleri buruşuverdi yüzü. Bakışlarındaki anlamak, anlamlandırmak ve anlamlandırılmak çok farklıydı. Bakışları, özden kaçıp söz, sözle-sözde beslenip köz olandı.

Bir iskemleye oturdu ve bir çay söyledi ince beli cam bardakta. Çantasından tütün çıkarıp sardı (çok yapay bulurdu makinelerin sardığı sigarayı, nesfesle içine almayı). İlk nefesi derince içine çekti ve içini denizin içine derince üfledi. Ve yine İstanbul konuşmaya başladı onunla hem de muhabbetle, bilge dinginliğinde bir sesle:

‘’Ben büyülüyüm, büyüleyenim, sanatçıyım, duyguluyum. Anlarım halden, aşık olur, aşık ederim. Kendini kaybet bende, kendini bul yeniden bende. Kal benimle, bende kal.’’

Kadın,o an bildi, burada, İstanbul’da yaşayıp, nefes alacağını ve her aldığı nefesi hissedip hayatlaştırıp içine dolduracağını ve dışına verirken yayacağını.

Share This