İçi daralıyordu yine. ‘’Allahım sen yardım et,’’ dedi. Eskiden olsa sabır dilerdi, ama sabır istemenin daha çok dert dilemek anlamına geldiğini öğrendiğinden beri her daraldığında sabır yerine yardım istemeye dikkat eder olmuştu.

Şükretti tüm kalbiyle geç de olsa öğrendiği bu bilgiye… Keşkeleri kaldıralı hayatından yıllar olmuştu; onun içindir ki ‘’Keşke daha önce öğrenseydim,’’ yerine ‘’Zararın neresinden dönülse kardır,’’ diyordu.

Yavaş yavaş dönüştüğünü hissediyordu. Neye ve nereye evrildiğini kestiremese de bu evrimin hayırlı olduğunu düşünüyordu; daha doğrusu ümid ediyordu.

Çok zorlu yollardan geçmişti. Beşikten itibaren kendini bilginin içinde bulanlardan değildi o… Her şeyi zamanla, deneye yanıla, kafasını duvardan duvara vurarak öğrenmişti ve bu zorlu yolculuk bitecek gibi değildi…

Yorulduğu hatta bunaldığı anlar oluyordu. İşte o anlarda isyanın eşiğinden dönüyordu. Hiç sevmediği ‘’keşke’’ sözünü kullanası geliyordu. Düşüncesinden korkarak ve utanarak, ‘’Keşke bu bilgilerin aktığı, yaşandığı bir ortamda yetişseydim çocukluğumdan itibaren, keşke bazı şeyleri yapmaya daha çocukken alışkanlık kazansaydım’’, diyerek annesini ve babasını suçlayacak oluyordu. Ama hemen pişmanlığa kapılarak kemikleri çoktan toprak olmuş ana babasına rahmet okuyordu. Sonra da kendi çocukları aklına geliyor ve anne babasının hatalarının birçoğunu kendisinin de çocuklarına karşı tekrarladığını düşünerek ürperiyordu.

Hayatın bir noktasında yapılan bir hata farkına varılmazsa eğer nesiller boyu sürüyordu. Kendisi birçok hatanın farkına varmıştı varmasına ama yine de kısır bir döngünün içindeydi sanki. Yerleşmiş kalıpları, yılların alışkanlıklarını kırmak, koskoca bir yaşam biçimini ha deyince dönüştürüvermek öyle zordu ki…

Yaşam biçimini dönüştürmek zor olsa da onun kaderine yazılmış olan içsel dönüşüm gün geçtikçe baskınlaşıyordu.

İki arada bir derede kalmanın hiç de küçümsenmeyecek bir bedeli vardı. ‘’Yalnızlık’’ idi bu bedelin adı.

Evet, giderek yalnızlaşıyordu. Doğrusu pek de yakınmıyordu bu durumdan, dahası memnun bile sayılabilirdi ama yine de bazı anlarda beliriveren ince bir yürek sızlamasına engel olamıyordu.

Ara sıra, şu dibine kadar sosyalleşme çağında kendisinin  giderek insanlardan kaçtığını, hatta asosyalleştiğini görerek bu işin sonunun nereye varacağını merak etmiyor da değildi…

Öyle ya, hiçbir yere sığamıyordu kolay kolay. Konuşmuş olmak için konuşulan ortamlarda afakanlar basıyordu; dünya gaileleriyle de pek işi yoktu. O devasa sonsuzluğun içindeki bir türlü bitmeyen ve aslında gereksiz yakınmalar pek bir boş geliyordu ona. Hele hele sığ, nezaket icabı olan sosyal iletişim sözcüklerine karşı neredeyse alerjik bir tepki gösteriyordu.

Bünyesi artık hiç mi hiç kaldırmıyordu olduğu gibi görünmeyenleri, göründüğü gibi olmayanları;  şaşalı lafların ardındaki sahte hayatlara tanık olmayı; öylesine sırf hava olsun diye söylenen yalanları; iki yüzlülükleri; vefasızlıkları; aşındırılmış, içi boşaltılmış ”yüce” kavramları; sağ gösterip sol çakmaları; gelişmişlik adına ilkelliğin diplerinde sürünenleri; gerçeği işlerine geldiği gibi eğip bükerek her nasılsa hep kendi çıkarlarına göre yontanları…

Zamanını ne karşısındakine ne de kendisine hiçbir şey katmayan gereksiz monologlara harcatacağına köşesine çekilip kitaplarıyla ya da hayalleriyle başbaşa kalmayı tercih ediyordu…

Bu durum çocukluğundan beri böyleydi gerçi ama yıllar geçtikçe ve o hayatı öğrendikçe yaradılışından gelen bir davranış biçimi olmaktan çıkmış bilinçli bir seçim haline gelmişti. Sonucu tamamen tek başına, yapayalnız kalmak bile olsa seve seve göze aldığı bir seçim, hayatının bütün safralarını teker teker atarak hafiflediği, hafifledikçe dinginleştiği bir süreçti bu…

Bir yolcuydu o… Ufuk çizgisi görünmeyen, varılacak yeri olmayan, keskin dönemeçlerin bazen yılanların çıyanların cirit attığı çöllere bazen de ceylanların koşuştuğu bülbüllerin şakıdığı uçsuz bucaksız vadilere açıldığı o yolun kah hüzünlü kah neşeli ama illaki yalnız yolcusu…

Share This