Çocukluğumun yaz tatilleri, dağlar arasına yerleşmiş on-on beş haneli küçük bir köyde geçti.

Yazın kuru sıcağında kavrulurdu sanki ortalık. Başaklar güneşten sararır, kabuklarını daha bir doldururdu. Köy ahalisi için her şey olması gerektiği gibi, mevsimine uygundu. Yazdı bu, yakardı eğer kendini korumazsan, öğle sıcağında tarla biçmeyi bırakıp da ahlat ağacı altında, azığındaki torba yoğurdunu, testindeki soğuk suyla papara yapıp içine bazlamanı doğrayıp soğanla yemezsen…Güneş kavururdu, yorgun bedenleri yemeğin üstüne şöyle bir gölgeye, sırtına batan dikenlere, toprağa minnetle bırakmazsan. Ah ne tatlıydı bu kısa süreli uykular, ardından dedemin gözlerine düşürdüğü kasketini yavaşça kaldırması, bana bakıp gülümsemesi ve babaannemle oraklarını alıp işe girişmeleri, peşlerinden gidip benim için özel yapılmış, küçük orağımla onlarla terlemem, güneşi ve sıcağı yadsımadan kabul etmemiz. Ne güzeldi doğayı tanıyıp onunla işbirliği yapmamız, onunla arkadaşça anlaşmamız, omuz omuza vermemiz.

Köydekiler doğanın isteklerini bilir, uyarılarını anlar ve onlara gönderdiklerine saygı duyup kabul ederlerdi. Şükredip, uyumlu davranırlardı olana, ardından doğa da onlara sevgi dolu kollarını açardı.   .

O gün de sıcak günlerden biriydi. Evden uzak bir su başında arkadaşımla çamurla oynamaya dalmıştım. Ne gökyüzünü kaplayan kara bulutları, ne ortalığın kararmasını fark etmiştik. Birden gök ortadan ikiye ayrılır gibi bir şimşekle aydınlanana ve sanki bizi daldığımız oyundan uyandırmak için gürleyene dek. Yaptığımız çamur oyuncakları arkamızda bırakıp uzakta görünen köyümüze koşmaya başlamıştık. Yağmurdan kırmızı çiçekli pijamam öyle ıslanmış ve ağırlaşmıştı ki paçalarım iyice yere dökülmeye başlamıştı. Çamurlaşan toprak yol sanki aşağı akıyordu. Koşmaya çalışırken bir yandan sağanak yağmur ve şimşek ve çamur… titreten ıslaklık…Sonunda bir sığınak bulup arkadaşımla birbirimize sarılıp üşümemizi biraz olsun dindirmeye çalışmıştık. Eve gittiğimde ıslak bir kedi yavrusu gibi çaresiz ve sanırım… evet miniciktim ki kızacağını düşündüğüm babaannem hemen beni soyup, kurulayıp, battaniye içine sarmıştı gülümseyen şefkati ile. ‘Allah’ın bereketi işte Adelim gaydelim!’ demişti.

Düşünüyorum da o gün hiç korkmamıştım, sel olmasından, sele kapılmaktan, yağmurdan.

Yollar  topraktı, kayalar arasından akan suydu kaynağımız, çamaşır çeşme başlarında kurulan kazanlarda ve oluk denilen su dolu haznelerde yıkanırdı. Kireç duvarlı evlerimizin tavanı kalın ağaç gövdelerinden tabanı topraktandı. Elektrik olmayan odalar idare lambası ya da gaz lambası ile ışıtılırdı. Henüz toprağın karnı deşilip içine yabancı ve yabancılaştıranlar sokuşturulmadan önceydi ve toprağa bir tek sürdürülebilir yaşam destekçisi tohumlar ekilirdi. Ve bu kadar ‘azlık’ içinde dahi o gün o sağanak yağmurdan korkmamıştım. Doğa dosttu, nasılsa beni korurdu. İçimde güven vardı, belki de çocukça safça…bilmem. Bu güveni içinde yaşadığım köyün doğaya güveni, teslimiyeti, onunla uyumları yaratıyordu belki de. Ve bir sorun olursa bu doğanın acımasızlığından değil de kendileriyle ilgili olurdu genelde:

“Ahh be civcivlerin kümesini daha yukarı yapmalıydım”
“Bak görüyor musun, domates fidelerini erken ektim, san yedi”
“Evi nehir yatağının dibine yaptığım için, taşan su içeri doldu”
“Kendim ettim kendim buldum! Bu yağmurları hesaplayıp koyunların ağılının üstünü daha korunaklı yapmalıydım.”

O zaman da yağmur yağardı üstümüze, yağmur orada da yağmurdu.

Ve şimdi yaşananların medyada aktarımı, gökyüzünden üzerimize bir şeyler sertçe fırlatılıyor hem de zarar vermek için hissiyatı uyandırtıyor bende.

Gazetedeki haber başlıklarına bakıyorum:

‘Yağmurun sebep olduğu……’
‘Küresel ısınma sonucu…….’
‘Bilmem kaç yıl önce de olmuş… mevsim değişikliğinin sonucu olarak…’
‘Doğal afet….’
‘Göç, çarpık kentleşme…

Yani bunlar mı sebep yaşananlara gerçekten?

Ya depremde ve selde dahi yağmacılık yapabilen zihniyetlerin sebebi ne ola ki?

Yağmur, küresel ısınma, afet…. Sıfır sorumlulukla suçu atacak yeri çok iyi biliyorlar-biliyoruz. Haber kaynaklarında nasıl da çaktırmadan, masummuş gibi görünen cümlelerle bilinç altımızı dürtükleyip, dikkatimizi asıl sorumlulardan uzaklaştırıyorlar! Ve biz nasıl da aynı dili-ağzı kullanıp tuzağa düşüveriyoruz!

Doğal olan nasıl oluyor da  afet oluyor ki? Doğallığı bozulan, duyarsız davranılan belki zamanla tehdit edici olabilir ama Doğa…yok yok, o tehlikeli değil, onu düşman gören ve düşman yapan bence çok çok tehditkar.

İnsan merkezli politika üretmeyen sistemler, plansız-çarpık kentleşme, buna sebebiyet ve onay verenler, bilinçsizce kurutulan bataklıklar, yok edilen verimli alanlar, rant sahiplerine çaktırmadan, bu durumdan haberleri yokmuş gibi satılan ormanlık alanlar, alt yapı eksiklikleri, insan canına kuruş değer vermeyen, çok iyi para kazansa da işyerinde çalışan elemanlarını servis formatına uymayan araçlarda yolculuk ettirenler, kamyonet arkasında sıkışıp kalarak selde boğulan işçi kadınların ölümlerini doğal afete bağlayanlar, iş yeri sahipleri, yöneticiler, bu servis araçlarını nasılsa denetimde gözden kaçıran belediyeler, merkezi ve yerel yönetimler, sorumluluk almayan ben, sen,o bizler….

Çocukluğumun geçtiği küçücük köyde, yağmur can almazdı tam tersi can verirdi.

Doğa besleyendi, koruyandı, kaynaktı, yani hayattı ve bu bilinçte olduklarını fark etmeden doğallığında yaşardı insanlar doğasal halleri. Tıpkı Hayâlî’nin dizelerindeki gibi:

‘Ol balıklar ki derya içredirler, deryadan bihaber.’

Belki bazen, evet onlar da hiddetlenir kızarlardı doğaya. Ama illa ki barışırlardı sonra ve onun koynunda onunla yaşamaya devam ederlerdi

Ve o zaman da yağmur yağardı…

Share This