Hep denir ki, bir şeyleri fark etmek ya da değiştirmek için neden illa ki bir kayıp ya da acı yaşamak gerekiyor?
Mutluyken ya da hayatın akışı ‘normal’ iken farkındalık yaşamak mümkün değil mi ?
Bu aslında tamamen insan olmanın doğası ile ilgili.
Hayatımız normal rutininde devam ederken, kendimizi sorgulamak ya da bir şeylerin farkına varmak maalesef çoğu zaman mümkün olmuyor.
Çünkü böyle günlerde maddiyat ve maneviyat arasındaki denge, maddiyata doğru kaymış oluyor.
Ne zaman büyük bir ayrılık ya da kayıp yaşıyoruz, o zaman şapkamızı önümüze koyup düşünmeye başlıyoruz.
İnsan olabilme yolundaki doğamız böyle işliyor…
İşte ‘acı deneyim’ dediğimiz bu olayların bize sunduğu hediye de bu kırılma noktaları!
En büyük hediyenin illa ki en büyük acıdan sonra gelmesi şart değil elbette, ama doğası gereği genellikle öyle oluyor…
Etki – Tepki meselesi…
Bana gelişim yolculuğunun kapısını aralayan en büyük etken, yaşadığım büyük bir gönül kırgınlığı idi mesela.
Bu gönül kırgınlığına bir gün teşekkür edeceğim o gün için hiç aklıma gelmemişti doğrusu.
Benzer bir açılımı şimdilerde annemde görüyorum.
O da babamın vefatından sonra çok güzel farkındalıklar ve açılımlar yaşamaya başladı, bu beni birçok açıdan çok mutlu ediyor.
Çünkü ben doğumumuza da ölümümüze de kendimizin karar verdiğine inanıyorum.
Her iki olayda da muhteşem bir zamanlama seçtiğimizi düşünüyorum.
Doğumumuzla nasıl ki sevdiklerimize bir armağan sunuyorsak ve de onların hayatını değiştiriyorsak, ölümümüzle de kaçınılmaz bir şekilde onların hayatına dokunuyoruz.
Ve belki de en büyük armağan ölürken bıraktığımızdır, çünkü bu, sevdiklerimize büyük bir farkındalık yaşatmak için bu dünyadaki son fırsatımız.
Armağını kabul etmeyi becerirsek, ölen kişi de amacına ulaşmış oluyor.
Bunu anlamak insanın acısını önemli ölçüde hafifletiyor.
Babamın vefatı daha çok taze, ona rağmen sağladığı açılımlar muhteşem.
Kısa bir süre öncesine kadar, annem tüm ziyaretlerimde kendinden başka her şeyden bahsederdi, şimdilerde ise ağırlıkta kendinden bahsediyor.
Annem bir müddettir ufak ufak değişim yaşamaya başlamıştı zaten, ama acısı bu kadar tazeyken büyük sıçramalar yapması pek beklediğim bir şey değildi doğrusu.
Yıllardır aşmakta zorluk çektiği bazı konularla şimdi kolaylıkla yüzleşmeye başladı.
Babamın vefatından sonra, o çok korktuğu yalnızlık duygusunun hiç de korkulacak bir şey olmadığını, aksine kendi içine dönerek yıllardır kaçtığı, görmek istemediği konulara giriş yapması için bir fırsat sunduğunu görmeye başladı.
Bu aralar adeta hayatına dışarıdan bakıyor ve hayatında tekrar eden zehirli inanç kalıplarını yavaş yavaş keşfediyor.
Keşfettikçe hafifliyor ve keşiflerinin üzerine gidiyor.
Artık daha az ‘Neden?’ diye soruyor kendine…
O şimdilerde ‘Nasıl?’ sorusuna yoğunlaşmış durumda.
Gerçek sevginin, karşındakini sevgiyle boğmak anlamına gelmediğini fark ediyor.
Duyguların ancak an’da sağlıklı yaşanabileceğini ve ‘güçlü’ olmanın duygularını bastırmakla eşanlamlı olmadığını anlıyor.
‘Hayır’ diyememenin hayır değil şer olduğunu keşfediyor.
Toplumumuzda o çok yüceltilen fedakarlığın, fedadan kar beklemek olduğuna kanaat getiriyor.
Ve en önemlisi, artık kendine karşı objektif olabilmeyi başarıyor.
Cesurca geçmişine bakabiliyor, oradaki davranış kalıplarının sebeplerini sorgulayabiliyor ve bunları değiştirecek gücün kendisinde var olduğunu keşfediyor.
Bu muhteşem bir gelişme!
Gelişmeden de öte, bir armağan; babamın vefatının ona sunduğu ve onun da bunu en iyi şekilde değerlendirdiği bir armağan.
Elbette kaybımızın acısı hala çok taze, ama o bu acının içinde kaybolmak yerine, acının içinden geçerek özgürleşmeyi seçiyor.
Onu izlerken, ben de özgürleşiyorum, benim de acım hafifliyor, gelişim motivasyonum artıyor, Evren’e duyduğum güven daha da gelişerek, ölüm olayına bakış açım iyice netleşiyor.