Çeviren
Dilek Onuk

Beş Biyoteknoloji Devi Küresel Tohum Pazarını Kontrol Altına Aldı

Geçtiğimiz on beş yıl boyunca, dünyanın en büyük beş biyoteknoloji şirketi (Monsanto, Syngenta, Bayer, Dow ve DuPont) toplam iki yüzün üzerinde şirketi satın alarak, dünya tohumlarına erişimde hâkimiyet kurdu.

1980’lerden bu yana, Monsanto dünyada tohumların genetik modifikasyonunda dünya lideri haline geldi ve diğer tüm şirketlerden daha fazla olmak üzere, 674’ün üzerinde biyoteknoloji patenti aldı. Günde ortalama iki milyon doların üzerinde araştırma-geliştirme yaptıkları göz önüne alındığında, bu durum şaşırtıcı olmaktan çok uzak!

Ancak, Monsanto sadece kendi geliştirdiği tohumların patentini almıyor. Çok sayıda sıradan/normal mahsul tohumunu da patentlemeyi, yani bir bakıma dünyada ilk defa yaşam formlarını patent altına almayı da başarıyor, hem de meclisten veya halktan herhangi bir onay almaksızın.

Bu yöntemle, Monsanto, dünyanın yiyecek arzını sağlamak için gerekli olan pek çok tohumun tek sahibi haline geldi ve böylece hiçbir kâr amaçlı şirketin sahip olmaması gereken, inanılmaz derecede güçlü bir konuma yerleşti.

Benzer stratejileri uygulayan diğer dev şirketler Syngenta, Bayer, Dow ve DuPont da sadece sürdürülebilir tarım uygulamalarının devamın tehdit etmekle kalmıyor; gıda üretimi üzerinde sahip oldukları tekel dünya üzerindeki her insanın sağlığını tehdit ediyor.

GDO’lu Tohum Tekelinin Etkisi

Çiftçiler, kalan alternatif tohum kaynakları azaldıkça, GDO’lu tohumları kullanmaya giderek mecbur kalıyorlar. Bunun sonucu olarak, yüzyıllardır süregelen, bir hasattan elde edilen tohumların saklanarak ertesi yıl ekilmesiyle yapılan yenilenebilir tarımı kaybediyoruz.

Başta mısır ve soya fasulyesi olmak üzere, genetiğiyle oynanmış tohumlar dünyanın pek çok bölgesinde çoğunluğu ele geçirdi; konvansiyonel/doğal tohumlar ile “ata yadigârı” tohumların kullanımının ve bunlarla birlikte yüzyıllar boyunca sağlıklı yiyecek yetiştirilmesini sağlamış olan, tarihi, sürdürülebilir tarım uygulamalarının neredeyse tamamen ortadan kalkmasına neden oldu.

Örneğin, 2009 itibariyle ABD soya fasulyesi pazarının % 91’ini, yetiştirilen mısırın % 85’ini ve pamuğun % 88’ini GDO’lu ürünler oluşturuyor.

The Ecologist dergisinin 7 Ekim 2010 tarihli sayısında şöyle deniyor:

“Bu şirketlerin pazar üzerindeki kontrolünü azaltmanın bir yolu tohumlar, bitkiler ve genlerin patentlenmesini yasaklamak olabilir. Patentler, şirketlere yeni bir buluşu geliştirme ve satma hakkını ayrıcalıklı olarak verir. Bitki ve genler üzerindeki patentler ise, aynı şirketlere belirli bir süre için tekel kurma hakkını vermekte, çiftçilerin tohumlara erişimini engellemektedir.”

Tohumların, bitkilerin ve genlerin patentlenmesini yasaklamak bu problem üstesinden gelmenin bir yöntemi olabilir. Mevcut durumda, tüm GDO’lu tohumlar patent altında alınarak, özel haklarla satılıyor. Tohumları saklamak patentin çiğnenmesi sayıldığından, çiftçiler, her yıl GDO’lu tohumları yeni baştan almak zorunda kalıyor. Elinde GDO’lu tohum bulunan birisinin bu tohumları yeniden ekebilmek için lisans ücreti ödemesi gerekiyor.

Bu durum da haliyle fiyatların yükselmesine ve ürün seçeneklerinin kısıtlanmasına yol açıyor.

Bütün bunların üzerine, GDO’lu bitkilerin artan tarım ilacı gereksinimiyle, bu ilaçların giderek yükselen fiyatları eklendiğinde, hem çok daha pahalı, hem zarar görmeye çok daha eğilimli, hem de bunları besin olarak tüketen insan ve hayvanlar için son derece zararlı olabilecek bir mahsul elde ediliyor.

Tam bir kaybet-kaybet-kaybet durumu…

GDO’lu Bitkiler = Yüksek Maliyet, Düşük Verim ve Çok Daha Tehlikeli Gıdalar

İki yıl önce, dünyanın çeşitli bölgelerinden dört yüz bilim insanı tarafından, tohum ve bitki patentlerinin, maliyetleri öngörüldüğü gibi düşürmek yerine artırdığını gösteren bir rapor yayımlandı. Örneğin, GDO’lu tohumların piyasaya sürüldüğü 1996 yılından 2007 yılına kadar, soya fasulyesi ve mısır fiyatları iki katına yükseldi.

Ancak çiftçilerin GDO’lu tohum kullanmak için ödediği bedel bununla sınırlı kalmıyor.

Tarımdaki bu değişikliğin en bariz ve üzücü kanıtı, Hindistan’da, giderek artan kredi borçları ve sık yaşanan ürün kayıpları nedeniyle çaresizliğe düşen çok sayıda çiftçinin intihar etmesi.

Afrika da benzer şekilde GDO’lu bitkilerden zarar görüyor.

SeattleGlobalJustice.org sitesindeki yakın tarihli bir rapora göre “2009 yılında, Monsanto’nun GDO’lu mısırları tane veremedi ve yüzlerce çiftçinin mahvına neden oldu. Johannesburg’daki Afrika Biyogüvenlik Merkezi’nin direktörü olan çevre savunucusu Mariam Mayet’e göre bazı çiftçiler yüzde seksenlere varan ürün kaybına uğradılar.”

GDO’lu ürünler piyasaya yüksek verim, düşük maliyet ve daha az tarımsal ilaç kullanımı vaatleriyle sürülmüştü. Hiçbiri gerçekleşmedi…

Tam tersine, GDO’lu soya fasulyesinin verimliliği GDO’suz soyaya kıyasla yüzde yirmi düştü ve Hindistan’da Bt’li (bitkilerin zararlı böceklere karşı zehir geliştirmesini sağlayan bir GDO türü) pamukta yüzde yüze varan ürün kaybı kaydedildi.

ABD Tarım Bakanlığı verileri, GDO’lu ürünlerle birlikte, ABD’de böcek ilaçlarının kullanımının 1996’tan 2003’e kadar yaklaşık yirmi üç bin ton kadar arttığını; glifosat (1970’lerde Monsanto tarafından geliştirilip patentlenen ve Roundup ticari adıyla satılan, yabani otların yok edilmesinde kullanılan bir zehir) kullanımının 1994’ten 2005’e kadar on beş kat arttığını, glifosat (glyphosate) zehrine direnç kazanan süper-yabani otların ortaya çıkmasıyla birlikte diğer yabani ot karşıtı zehirlerin de kullanımlarında artış olduğunu gösteriyor.

Roundup’a karşı dirençli süper-yabani otlarla, BT’ye karşı dirençli böcekler, bu iki önemli GDO özelliğini tamamen yararsız kılmış durumda…

Daha da kötüsü, artık üzerinde oynanmış genlerin doğal ortamlara da bulaştığı kesinleşti. Her ne kadar Monsanto ve diğerleri bu olasılığı reddetse de, bu durum uzun zaman önce öngörülmüştü, ki zaten başka türlü olması da beklenemezdi.

Bilim insanları, genomun (insan, hayvan veya bitki) sabit ve statik olduğu teorisinin yanlış olduğunu yakın zamanda gösterdi. Bu teori, bitki ve hayvanlar üzerinde uygulanan genetik mühendisliğinin bilimsel temelini oluşturuyordu. Ancak, bunun yerine, genetik bilimciler genomun şaşırtıcı derecede dinamik ve değişken olduğunu, devamlı olarak çevresiyle “iletiştiğini” ve çevresine uyum sağladığını keşfettiler.

Gerçekte, GDO’lu ürünler, hatalı varsayımlara dayanan bir bilimsel deneyin sonucudur ve etkileri kesinlikle iyi olmamıştır ve iyiye doğru gitmeyecektir.
Geçtiğimiz yıl, uluslararası “No Patents on Seeds” (Tohumlarda Patente Hayır) koalisyonu tarafından yayınlanan rapor, tohumların, bitkilerin ve hayvanların patentlenmesinin sonlandırılmasını ve biyoteknoloji devleri tarafından oluşturulan gıda tekelinin bitirilmesini istedi. Ben de bu çağrıya katılıyorum, günümüzde neredeyse hiç bir konu bundan daha önemli olamaz.

GDO’lu tohum tekelleri kırılmadığı takdirde yakın gelecekte tüm dünyanın gıda kaynaklarının TAMAMININ kirleneceği ve herkesin hayatının tehlikeye gireceği şimdiden görülüyor.

Durum Bildiğimizden Daha da Kötü
Pek çok geleneksel ve organik hayvan yetiştiricileri de GDO’lu yem kullanmaya mecbur kalıyor, zira kullanabilecekleri başka seçenek kalmadı!

Ohio’daki küçük bir ekolojik çiftliğin, bu durumdaki sahibinden yakın tarihli bir mektup aldım. Kendisi organik tarım yapmaya kararlı olduğu halde, domuz ve tavuklarını besleyebilmek için, akıl almaz bir şekilde, Monsanto’nun GDO’lu mısırını satın almaya mecbur kalmış. Görüldüğü gibi maalesef günümüzde, GDO’lu ürünlerin zararlarına ikna olmuş ve bunlardan kaçınmak isteyen insanlar dahi bazı durumlarda bunu başaramayabiliyorlar.

Çözümün Parçası Olun

Bugüne kadar duyduklarınıza rağmen, organik tarıma –tanım itibariyle GDO’suz tarıma– toplu bir geçiş, gerek çevreyi, gerekse insan ve hayvan sağlığını koruyabilir ve iyileştirebilir.

Hatta dünyadaki açlık sorunun çözümü de burada yatıyor olabilir. 2007’de Birleşmiş Milletler’e sunulan, Danimarka’da yapılmış bir araştırmaya göre, organik olarak yetiştirilen, küresel gıda temin modelleri, çevre dostu tarım yaklaşımlarının dünyanın mevcut nüfusu için yeterli gıda sağlamaya uygun olduğunu göstermektedir.

Çok sayıda çiftçinin organik tarıma geçişinin önündeki engel, ürün verimliliğinin, zamanla dengelenene kadar, başlangıçta yüzde elliye varan oranlarda düşmesi. Ancak bu sorunun etkisi, çiftçilerin kısıtlı finansal kaynaklarını, fiyatları şimdiden yüzde yetmiş beşlere kadar artmış olan zehirli kimyasallara yatırma gereksiniminin düşmesiyle hafifleyecek.

Ne yazık ki, dünya liderlerinin insanlığın tür olarak içinde bulunduğu darboğazı anlamalarını beklerken, zamanımız tükeniyor. Organik gıda üretebilme yeteneğimiz sürekli tehdit altında.

Bu yüzden, lütfen harekete geçmek için gelecekteki belirsiz bir zamanı beklemeyin.

Bunun yerine, nerede yaşarsanız yaşayın, yerel organik gıda kaynaklarını mümkün olduğunca sık değerlendirerek, organik gıda üreticilerini ŞİMDİ destekleyin.

Ayrıca, GDO’lu gıdalardan uzak durmak için alabileceğiniz her türlü tedbiri alın. Aşağıdaki ipuçları bunun için yardımcı olacaktır:

  • İşlenmiş gıdaları azaltın veya hayatınızdan çıkarın. İşlenmiş gıdaların yaklaşık %75’inde GDO’lu içerik bulunmaktadır.
  • Paketli gıdaların ve meyve/sebzelerin etiketlerini okuyun. Bir ürünün etiketinde, mısır unu, dekstrin, nişasta, soya sosu, margarin, veya tofu içerdiği belirtiliyorsa, özellikle organik olduğu belirtilmediyse, GDO’lu soya veya mısır kullanılmış olması muhtemeldir.
  • Organik gıdaları tercih edin. Günümüzde organik ürünleri satın almak, besinlerinizin genetik olarak oynanmamış olmasını sağlamanın en güvenilir yoludur.
  • GDO’suz Alışveriş Rehberi’ni bilgisayarınıza kaydedip kullanın, aileniz ve arkadaşlarınızla paylaşın. (Non-GMO Shopping Guide – https://mercola.fileburst.com/PDF/GMObrochure.pdf)
  • Monsanto ve bağlı şirketleri tarafından üretilmiş zararlı ot ve böcek zehirlerini satın almaktan ve kullanmaktan kaçının.

 

Kaynak:

https://articles.mercola.com/sites/articles/archive/2010/11/11/how-monsanto-controls-the-future-of-food.aspx

Dr. Mercola | 11 Kasım 2010

Share This