Ben bir Tolga Çevik hayranıyım. Aslında ona hayranlığım bu yıl başladı. Sahnede yaptığı doğaçlamaları beğeniyle izliyor, ona çok özeniyordum. Nil’in kitaplarından, kendi potansiyelimizde olan ama henüz fark etmediğimiz özellikleri karşı cinste gördüğümüzde o kişiye hayranlık duymaya başladığımızı biliyordum.

Derken bu hafta cuma ve cumartesi günleri Ankara’da Komedi Dükkânı’nın sahneleneceğini öğrendim. Erkenden biletlerimi aldım, yastığımın altına koyup büyük günü beklemeye başladım.

Cuma akşamı gittiğimde, gösteri boyunca üzerimde tuhaf bir duygu vardı. Tolga Çevik sahneye birilerini çağırdığında ben de sahneye koşuyordum, bunu yaparken de müthiş utanıyordum. Nitekim bir yerde ufak bir rolüm oldu, orada hissettiğim yoğun duygu aşağılık kompleksiydi. ‘Oraya ait değilsin, yaşlısın, çirkinsin, aferin sahnedesin artık herkes senin ne beceriksiz olduğunu görecek!’

Neyse ki kısa sürdü de, indim sahneden.

Tolga Çevik sahneye birlerini çağırdığında bazen on kişi birden çıkıyor, inmemek için ısrar ediyorlardı, durum izleyenler açısından da biraz tatsızlaşmaya başlamıştı açıkçası. Ben bunları izlerken, sanki kendi ayıbımmış, eve misafir gelmiş de çirkin astar ortaya çıkmış gibi kızarıyordu yüzüm.

Sonra sahneye bir çocuk çıktı, gerçek adını vermeyeyim Musa diyeyim. Musa, konuşması ve tavırlarıyla alt ekonomik koşullardan bir aileden gelmişe benziyordu. Sıcacık gülüşünü dengesiz tavırları gölgeliyordu. Ağzından zaman zaman bozuk kelimeler çıkıyordu. Bir sahnede, bu sefer yakışıksız bir el işareti yaptı. Uygun bir dille ve kırmadan bu delikanlıyı koltuğuna geri gönderdiler. Musa neden yerine yollandığını anlamamış görünüyordu. Musa’yla birlikte daha beter yuvarlanıyordum utancın dibine.

Gösteri sonunda bitti. Tolga Çevik sahneyi terk etmeden, sanatçıyı adabıyla uğurlama zahmetine katlanmayan pek çok seyirci, arabasını bir an önce trafikten kurtarmak için kapılara yönelmişti bile. Yeniden utanç.

O gecem kâbuslarla geçti, rüyamda kendime “Dürüst yaşa” diyordum. İyi de ne demekti bu? Hem dürüst olan neydi? Bazen insanları seviyor bazen aynı insanları kıskanabiliyordum. O zaman dürüst olanı neydi? Sevdiğim mi kıskandığım mı? “Her ikisi” dedi içimdeki ses.

Gün boyu, önceki gün yaşadığım aşağılık kompleksini düşünürken, cumartesi akşamı yeniden gösteriye gitmeye ve ne hissedeceğimi gözlemlemeye karar verdim.

Cumartesi günkü gösteride bu sefer arka sırada bilet buldum, sahneyi zar zor görüyordum. Bu arada bir süredir sağ dizimde ağrı vardı. Tekrar sızlamaya başlayan, inisiyatif al da aksiyona geç diyen sağ dizime “İyi de hangi konuda aksiyona geçeyim, biraz daha net mesaj versen nasıl olur?” gibisinden yakaran gözlerle bakıyordum.

Bulunduğum yer, engellilerin bulunduğu yere yakınmış. Bir süre sonra farklı engelleri olan insanlar belirmeye başladı: Yürüme, görme ve bedensel kısıtları daha da fazla olan insanlar gelmeye başladılar. Yürüyüşü son derece aksak olan tatlı bir kız çocuğu gördüm. Bacaklarının durumuna rağmen mini eteği, kırmızı bluzu ve tokası ile çok şık ve güzel görünüyordu. Zayıf olmama rağmen, bir dirhem kilo aldığımda kendimi nasıl aşırı kilolu zannedip dünyayı kendime dar ettiğimi hatırlayıp suçluluk hissettim.

Derken bir arkadaşımla karşılaştım. Esra, sekiz yaşındaki kızı Defne’yle gelmişti tiyatroya. “Tesadüf” bu ya, Esra daha önlerde boş yerler gördü, oraya geçtik, şimdi sahneye daha yakındım. Gösteri başladı. Tolga Çevik yine tüm enerjisi ile sahneyi kaplamıştı. Gösteride önceki günkü konu ele alınıyordu ama içeriği biraz daha farklıydı. Birazdan sahneye bir kadın izleyici gelsin diyeceklerdi.

Aslında kafamda o gün böyle bir hamle yapmak yoktu. Sıklıkla içimde konuşan, bana “Spor mu boş ver, oyunculukla ilgili plan yapmak mı boş ver, aileyle yakınlaşabileceğin sürprizler mi boş ver!” diyen yanım bu sefer de “Sahneye çıkmak mı, boş ver” diyordu. Ama sonra ne oldu bilmiyorum. Kendimi koltuğumdan kalkmış sahneye koşarken buldum, dört basamak sonra sahnedeydim. Tolga Çevik bu erken çıkışıma bir şey demedi, bir gün önceden hatırlamıştı beni belki de.

Sahnede kenarda durup sıramın gelmesini bekledim, birazdan bir komşu kızını canlandıracaktım. Derin nefes aldım, kendiliğinden andaydım. Salona baktım, arkadaşımın kızı Defne’yi gördüm, bana el salladı, ona gülümsedim, çocuk kalbiyle heyecanlanmıştı, çocuk kalbimle heyecanlandım.

Tekrar odağımı Tolga Çevik’e ve sahneye, olan bitene yönlendirdim. Kendiliğinden derin nefesler alıyor, haz ve huzur içinde orada duruyordum. Sonra sıra bana geldi, yönetmenin direktifi doğrultusunda ben de kendi cümlelerimi kurdum, sahnede gösteriye eşlik ettim. Benden bağımsız yaratıcı bir zekâ o an için uygun ve komik cümleler buluyor, oyuna nasıl en iyi şekilde katkıda bulunurum, nasıl daha komik hale getirebilirim, bunları nasıl dengede tutarım diye düşünüyor ve üretiyordu.

Bine yakın insanın bulunduğu salonda kahkaha seslerini duyabiliyor ama onları görmüyordum. Tuhaf bir biçimde, Komedi Dükkânı’nda “sahneye çıkmış bir izleyiciyi” oynuyor gibiydim. Kendimi dışarıdan izliyordum. Bu duyguyu biliyordum. Bu ne zaman özüm ortaya çıksa yaşadığım şeydi. Anda olmak, kendi içinde değil her yerde olmak, tevazu, birlik, yaratıcılık, haz duygusu ve şükran. Hem kendi içimdeydim, yaşıyordum hem de dışımdaydım izliyordum. Hem ben, hem bir… Orada sadece sevgi vardı, saf sevgi. Ben sadece çok mutluydum…

Dakikalar nasıl geçti anlamadım. Belki yirmi dakikadır oradaydım ama bana sanki bir an gibi ve de sonsuz gibi geliyordu. Sahne bitti, yerime geçtim. İçim sevinçle doluydu. Bunu herkes yaşasın istedim, her varlık bu haz duygusunu yaşasın, çünkü insan eşsiz ve harika bir varlık!

Eve geldiğimde enerjim hâlâ çok yüksekti. Hemen aksiyonlarımı çıkarayım istedim. Tamam bu yaz İstanbul’a gelecek ve oyunculukla ilgili görüşmelere başlayacaktım. Hım bu yaz olmazdı, kardeşim doğum yapacaktı. Ağustos? Yok, Ağustos’ta kimseyi bulamazdım İstanbul’da. Eylül? Tam da soğuk havalar, yeni bir şeye alışmak için kötü bir dönem… Ekim olsun? Sonbaharda depresif olurum, olmaz… Peki ne zaman hazır olacaksın? Iııhh……………..

Cevapsızdım. İçimde bir şey beni frenliyordu. Alt tarafı sadece deneyecektim ama kendimi ikna edemiyordum; korkuyordum, hep korkuyordum zaten. Gelecekle ilgili bir olasılık varsa o da kesin kötü olanıydı, en azından ben böyle bekliyordum.SAYFA-BOLUMU

Kişilik travmasını hayal gücü eksikliği ile ilişkilendirmişti okuduğum bir kitap. Travmalı insan sonsuz seçimleri ve tercihleri olduğunu hayal edemez, yaralarının içerisinden bakar, geçmişini tekrar tekrar yaratır, diyordu.

Debbie Ford’un Işığını Arayanların Gölge Yanı isimli kitabında çeşitli gölge çalışmaları bulunuyor. Ben de bu olayı ele alarak bir çalışma yapmaya karar verdim. Ama beyaz gölgelerimden başlayacaktım bu sefer. Yani potansiyelimin bana başkaları üzerinden göz kırptığı iyi yönlerimi keşfetmekle ve kabul etmekle. Tolga Çevik’i ele aldım.

Tolga Çevik’in Özellikleri: Yaratıcı, doğaçlaması çok güçlü, başarılı, zeki, duygulu, komik, kaliteli… Hım, liste iyi gidiyordu. Bu özellikleri bende de olduğunu düşündüğüm ama belki değersizlik duyguları ile yok saydığım özellikler olabilirdi.

Listeye devam:

İyi bir aile babası, iyi bir oyuncu ve….ve… veeee… (hayretle) ve o bir erkek!

Ama ben erkek değilim! Neden erkek değilim diye ağlamaya başladım. İnanamadım, bunu hiç beklemiyordum. Sekiz yaşında bir kız çocuğu gibi tepinerek ve müthiş bir haksızlığa uğramışlık duygusu ile neden erkek değilim, ben de zekiyim, ben de yetenekliyim ama kızım işte, neden erkek doğmadım diye hıçkırıklara boğuldum. Aynı zamanda şaşkındım da. İçimde bastırdığım böyle bir duygu olduğunu bilmiyordum. Dişi yanımı kabul etmiyordum evet; kadınsı giyinmezdim, vücudumla barışık değildim, aşırı zayıflıkla kendimi nötr bir konumda tutmaya çalışıyor, bir yandan toplumun beklediği eli yüzü düzgün bakımlı kız olmaya çalışıyor bir yandan da kadın olduğum anlaşılmasın diye çaba gösteriyordum, doğruya doğru. Ama erkek olmayışıma bu denli içerlediğimi hiç ama hiç bilmiyordum.

Çocukluğum oğlanların daha çok makbul olduğu, kızların aşağılandığı Kayseri’de geçmişti. Oralarda kadın sadece erkek için vardı. Küçük yaşlarda gittiğim din kurslarında üç saç telimin görünmesi durumunda cayır cayır yanacağımı öğrendiğimde gözlerimin nasıl fal taşı gibi açıldığını bugün gibi hatırlıyorum. Ortaokul yıllarımın geçtiği Kırşehir’de, çocuk hatlarına sahip bir ergen olmama rağmen yaşça çok büyük amcaların çirkin bakışlarına maruz kaldığımı, sıklıkla dokunularak tacize uğradığımı ve okula gitmem için yürümem gereken yolun her gün nasıl ıstıraba döndüğünü de hatırlıyorum elbet. Ancak bütün bunların beni bu kadar sindirdiğini fark etmemiştim. Kadın olarak değersiz, güçsüz ve yetersiz hissetmeme yol açan bu aşağılık duygumun, beni hayallerimden alıkoyduğunun farkında değildim.

İçimdeki kız çocuğu ağladı, tepindi, ağladı… Sonunda sustu, rahatladı… Rahatlamıştım. En azından artık yüklerimden birisini tanıyordum, üstesinden gelebilirdim. Ama önce bir mola vermek istedim. Hayal kurdum. Kendimi sahnede bir kadın oyuncu olarak düşledim. Tüm bilgeliği, dişiliği ve zarafetiyle güçlü, duygulu ve bütün bir kadın. Tüm insanları hayallerini gerçekleştirmeleri için yüreklendiren, kendini yeni baştan doğurmayı öğreten, üreten ve var olan bir kadın.

Ama o, Serap değildi artık, adı yoktu. Kadının adı olmadığından değil, tam tersine tüm isimler artık ona çıkıyordu.

<div class="social4i" style="height:82px;"> <div class="social4in" style="height:82px;float: left;"> <div class="socialicons s4twitter" style="float:left;margin-right: 10px;padding-bottom:7px"><a href="https://twitter.com/share" data-url="https://dergi.kuraldisi.com/oyunculuk-dusler-ve-bir-kadin/" data-counturl="https://dergi.kuraldisi.com/oyunculuk-dusler-ve-bir-kadin/" data-text="Oyunculuk, Düşler Ve Bir Kadın" class="twitter-share-button" data-count="vertical" data-via=""></a></div> <div class="socialicons s4fblike" style="float:left;margin-right: 10px;"> <div class="fb-like" data-href="https://dergi.kuraldisi.com/oyunculuk-dusler-ve-bir-kadin/" data-send="true" data-layout="box_count" data-width="55" data-height="62" data-show-faces="false"></div> </div> </div> <div style="clear:both"></div> </div> <p>1977&#8217;de Ankara&#8217;da doğdu. Sonra Kayseri, Kırşehir, Manisa, tekrar Ankara yolları derken yolu kendine hiç düşmedi. ODTÜ İşletme&#8217;den mezun olup dokuz yıl iletişim alanında çalıştı. Ruhunun bekleme odasında geçirdiği günlerin ardından, bir gün Nil <a href="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/serapzerener.jpg"><img fetchpriority="high" decoding="async" class="alignright size-medium wp-image-4205" title="serapzerener" src="https://dergi.kuraldisi.com/wp-content/uploads/sites/4/2016/05/serapzerener-225x300.jpg" alt="" width="225" height="300" /></a>Gün&#8217;ün bir kitabıyla başını dışarı uzattı. İlk defa siluetini gördü; kim bilir belki bir gün gerçek kendini de görebilirdi.</p> <p>Yaşam Okulu&#8217;nda adım adım kendine varmayı öğrendi. Hiç dinlemediği kadar dinledi içini. Sonra, bazen o bazen kalemi, kâğıda yazmaya başladı kendini. Yıllardır ayrı kalmış iki sevgili gibi önce seviştiler benliği ile sonra sıra hayatla flörte geldi. Oyunculuk girdi örneğin hayatına, oyun oynamak yani. Sanat girdi, insanlar girdi; bebekler, çocuklar, yetişkinler, affedilenler, küfredilenler, özlenenler, akla hayale gelmeyenler girdi. Hayata güvendi bu sefer, tamam dedi, gelsin sıradaki! En çok insanı; insan olmayı; yaratılışı sevdi.</p> <p>Hayatının şu noktasında kalemi, oyunculuğu, paylaşımcılığı ile daha çok sevmeyi ve vermeyi öğreniyor. Bir de çok şükran duyuyor çünkü bütün bu olup biteni tahmin bile edemezdi&#8230;</p> <p>Yaşama evet!</p> <span class="et_social_bottom_trigger"></span>
Share This