Yaşam yolculuğu biraz çıktığımız seyahatlere benzer. Yola bir kez düşünce artık bir yanımızla yolun bir parçası hâline gelir, kendimizi yeni bir gerçeklik durumunun içinde buluruz. Yolculuk başladığında yolcu mu yola gelir, yollar mı yolcuya hiç belli olmaz; tam anlamıyla öngörülemez bir macera, kimi zaman en basit olduğunu düşündüğümüz yolculuklarda bile bizi bulabilir. Bazen varış noktamız şaşar, bazen yolumuz, bazen de biz şaşarız. Her şaşkınlık hâlinde de rotamızı yeniden hesaplarız ancak ne kadar başarılı oluruz o da biraz yolun keyfine kalır.
Uzun bir aradan sonra, memleketimizi anne ve babamla birlikte ziyaret etmeye karar verdik.Biraz ilçenin tarihî sokaklarında dolaşıp hasret giderdikten sonra, çok küçük yaşta gittiğim ama çok da hatırlayamadığım, bulunduğumuz yere yakın bir konumda olduğunu bildiğimiz bir nehir kaynağına gitmeyi teklif ettim. Ailem kabul etti, hatta amcam da bu küçük geziye dâhil oldu ve birlikte yola düştük. Yalnız, küçük ve önemsiz bulduğumuz bir sorunumuz vardı, gitmek istediğimiz yerin adını bir türlü anımsayamıyorduk.
Yolun bir kısmı zaten babamın bildiği bir yoldu, ancak varış noktasına yakın bir yerlerde doğru yolda olup olmadığımızla ilgili bir tereddüt yaşadı. Sonra biraz küçük ve dar bir tarla yoluna benzeyen bozukça bir şose yolda ilerledik, biçilmiş tarlaların samanlarının üzerinden arabamızla biraz da kayarak hareket ettik. Bulunduğumuz rotaya dair şüphemiz iyice artınca navigasyondan yardım almak istedik ancak sadece babamın telefonunun şebeke erişimi vardı. Sonra fark ettik ki onun da telefonunun şarjı bitmek üzereydi. Yani yakında navigasyonumuzda artık olmayacaktı. Bu sırada annem, babam ve amcama bilen birine danışmadıkları için söylenmeye başlamıştı bile, bense tuhaf bir merakla olan biteni gözlemeye çalışıyordum. Telefonun şarjı % 3’e düşüne kadar bir şekilde takip edip girdiğimiz tarla yolundan geri dönmeyi başarıp köy yoluna girebilmiştik. Annem birilerine yolu sormamız gerektiğini daha ısrarcı bir şekilde dile getiriyordu ve nihayet amacına ulaştı. Köy yolunda babam iki delikanlıya aradığımız yeri anlatıp yolunu öğrenmeye çalıştı. İki genç adam bize biraz acıyan gözlerle baktı ve bu arabayla o yollarda gidemezsiniz dedi. Arabaya baktı, babama baktı, babam anlaşılmadığını düşünerek daha hararetle adını da bilmediğimiz varış noktamızı 20 yıl önce hatırında kaldığı hâliyle tarif etmeye çalıştı. Gençler arabaya baktı, arkada oturan annemle bana baktı, en sonunda babamın çırpınışları bir karşılık buldu ve bize acaba düdeni mi arıyorsunuz onun yolu bu tarafta değil deyip 9 km uzaklıktaki başka bir köy üzerinden gitmemiz gerektiğini söylediler ve yolu tarif etmeye çalıştılar:
– Köyün içinden geçin mezarlığa gidince sağa dönün, ilerleyin altında su olmayan köprüden geçin, sonra suyu olan köprüye geleceksiniz, sonra devam edin, yol sizi götürür zaten…
Peki deyip teşekkür ederek bu tarif edilen yolda yeniden rotamızı hesaplayıp devam etmeye başladık, köye gelene kadar rahatça ilerledik fakat yol tarifindeki mezarlığa geldiğimizde yine bir şeyler karışmaya başladı. Mezarlığı geçip de mi sağa dönecektik yoksa geçmeden mi? Geçtik, sağa döndük, çiftlik hayvanlarının olduğu büyük köy evlerinin açık kapılarının önünden geçtik ama yolu bulamadık; annemin ısrarlı “tekrar sorun” sözleriyle bu kez amcam açık kapılı evlerin önünde duran birine, aradığımız ama adını da bilmediğimiz yerin yolunu tekrar sordu. Adam o kadar uzaktan bağırıyordu ki bir türlü dediğini anlayamadık ama en azından ters yönde ilerlediğimizi fark ettik, babam arabayı aksi istikamete çevirdi; bu sırada adam yanımıza yaklaştı ve az önce yoldan geçen arabaların gürültüsünden duyamadığımız yol tarifini bir kez daha yaptı:
– Mezarlığa gidin, yeşil bir kapı göreceksiniz, oradan sola dönün, susuz köprüden geçin, ileride kulübe var, ona doğru ilerleyin, sonra yol ayrımına geleceksiniz, oradan sağa girin, yolu devam edin önünüze çıkar zaten…
Geri döndük, mezarlığa yine geldik, soldaki parlak yeşil kapıyı ve ilerideki kulübeyi gördük, susuz köprüden geçtik, sağdaki yola girdik ve bir toz bulutu içinde toprak yolda ilerlemeye başladık. Ta ki yeni bir yol ayrımı çıkana kadar acaba sağa mı yoksa sola mı gitmeliydik, adam “sağa girin sonra yol sizi götürür zaten” dedikten sonra hep sağdan mı ilerlemeliydik? Babam sola dönmeye karar verdi, yol daha düz demek ki işlek yol burası dedi, adam bize hep sağdan gidin demedi sonuçta dedi. İlerledik ve sonunda gerçekten düdene ulaştık. Bir grup genç ve orta yaşlı erkek içki masasını kurmuş, su düdeninde yüzüp eğleniyordu ama gelin görün ki bu bizim 20 yıl önce gittiğimiz düden değildi. Yolda rastgele yol tarifi sorduğumuz kişiler bizi kendi kafalarındaki “düden”e göndermişlerdi ama biz burayı aramıyorduk; aslında düden güzeldi, belki bizim aradığımızdan daha güzeldi; fakat işte biz başka bir düden arıyorduk. Biliyorduk hedefe çok yakındık, hissediyorduk buralarda olmalı diyorduk ama ulaşamıyorduk işte.
Babam arabadan indi, su kenarında güneşlenenlerden birine tekrar yol sordu. Epeyce kaldı, biz arabada sıcaktan bunalmış hâlde beklemeye devam ettik. Nihayet, elinde nur topu gibi yeni bir yol tarifi ile geri göndü. Tekrar yola koyulduk fakat gittiğimiz yollar tarla yolları idi, babamın A sınıfı arabasına uygun yollar değildi, arabanın altının yere sürtünme seslerini toz bulutu içinde gerginlikle dinleyerek yapacak bir şey yok, bu kadar ilerledik geri dönemeyiz artık inancıyla o yola benzemeyen ancak at arabası ve arazi araçlarının geçebileceği patikalarda ilerlemeye devam ettik. Köy delikanlıların arabaya bizden daha çok acımasının nedenini de anlamış olduk. En azından ağır ağır tarlaların arasındaki yoldan arada da tarla ya da tarla bile olamamış taşlı arazi üzerinden gitmeye devam ettik, gittik, gittik…
Sol yanımızda batmaya başlayan güneşi izledik,nihayet varış hedefimizden vazgeçip güneş batmadan kendimizi dağların, kırların ve tarlaların arasından kurtarmak arzusuyla paniklemeye başladık. Gün hızla geceye nöbetini devretmek üzere kararlıydı; biz ise bir grup kaybolmuş insan çaresizce yollar arayıp belirsizliğimizden çıkmaya çalışıyorduk, sağ duyumuz da yavaş yavaş azalmıştı. Her yeni yol ayrımı bizi resmen ikileme sürüklüyordu, en sonunda babam şoför koltuğunda olmanın sorumluluğuyla kafasına göre bir sapağa direksiyonu kırıyordu. Fakat tüm bu trajediyi komikleştiren şey aslında gitmek istediğimiz yeri uzaktan gördüğümüzü düşünüyor olmamızdı ancak kesinlikle doğru yolu bulamıyorduk. Veli’nin oğlunun dediği gibi bir yer var biliyoruz, çokça yaklaşmışız, hissediyoruz ama bir türlü varamıyoruz. Babamın telefonu çoktan istirahate geçmiş, bizim şebekeye bağlanamayan telefonlarımızla medeniyete ulaşma çabamız da sonuçsuz kalmıştı. Sonra, arabadan inip etrafa bakmaya karar verdik, acaba üzerinde olduğumuz yolun sonu labirentte peynir ararken kapana kısılan fare gibi tarlanın birine mi çıkıyordu; yoksa başka bir yola mı bağlanıyordu görmek istedik. Güneşe baktık güneş bize baktı, gökyüzünün açık mavi rengi hızla leylak ve eflatun tonlarına dönüyordu. Nefes alışlarımız hızlıydı, gerginlikten annemin midesi ağrımaya başlamıştı, itiraf edemediğimiz bir korkuyla durmadan su içiyorduk, amcam su da içmiyordu. Yine de aramızda en sakinimiz oydu, yakın zamanda eşini kaybetmişti, kaybın ve kayboluşun en büyük durumlarından birini yaşadığı için daha ne kadar kaybolabilirim diye düşünüyor olabilirdi, gösterdiği yollar bir yere çıkmasa da ben biliyorum edasıyla babamın yanında oturuyordu; rasyonalist bir matematik öğretmeni ve idareci olan babamsa onun bu tavırlarını vurdum duymazca bulup daha da fazla sinirleniyordu. Geri dönmeyip ileriye gitmeye karar verdik, babam ısrarla tarlaların arasında asfalt bir yol olduğunu iddia ediyordu; artık kimse varış noktamızı ağzına almıyordu, kendimizi soktuğumuz kayboluş hâlinden çıkmaktan başka bir derdimiz kalmamıştı. Birdenbire hayatımızdaki bütün önceliklerimiz değişivermişti. Yarınki toplantılar, yetişmesi gereken yazılar, ödenmesi gereken faturalar önemini yitirmişti, aramızdan birisi böyle gündelik bir sorunu dile bile getirmeye cüret edemezdi, hoş kimsenin aklına da gelmezdi. Kaybolmuştuk, hem de avucumuzun içi gibi bildiğimizi düşündüğümüz kendi memleketimizde küçücük karınca yollarına benzeyen tarla yollarından çıkamıyorduk; arabayla gelmemiş olsak yürüye yürüye bulabileceğimiz yollarda, bir o yana bir bu yana kıvrıla kıvrıla kaybolmanın ya da kaybolamamanın daha doğrusu kaybolur gibi olmanın tuhaf itirafı ile her birimiz ayrı ayrı baş başaydık.
Hayatta bir amaca yönelerek ona ulaşmaya çaba sarfederken, bu yolculukta olduğu gibi kendimizi kaybolmuş bir durumda bulabiliriz. Hatta bulunduğumuz durumu tanımlamakta da güçlük çekebiliriz. Adını bile koyamadığımız amaçlara ulaşma çabası içindeyken endişelerimiz artar; ya kendimizi ifade edemediğimizi ya da kimsenin bizi anlamadığını düşünürüz. Böyle zamanlarda hedefe yakın olsak da ulaşmakta sorun yaşarız, belki de hiç ulaşamayız. Bir amacı net bir şekilde belirlemeden, sadece naif bir niyetle ve “yol bizi götürür zaten” umursamazlığıyla kendi yolculuğumuzun kaptanlığı sorumluluğundan kaçınıyor olabilir miyiz?
Betül ÖZBAY